latin amerikan haber yorum

Archive for the ‘Kültür – Sanat’ Category

Küba Günlüğü:Leon Troçki, Padura ve Ben = Daisy Valera

Posted by lahy 01/10/2011

Kitap: “Köpekleri Seven Adam”, yazar: Leonardo Padura.

Leonardo Padura’nın bu çalışması ile, üniversitedeki ilk yılım sırasında matematik analizine dalıp bir kitabın ardından diğerini okuma alışkanlığımı bir tarafa bıraktığım zaman, hemen hemen 2005 yılı sonlarında karşılaştım.

Anton Arrufat’nın ‘La noche del aguafiestas’ ve Padura’s ‘Tetralogy Cuatro Estaciones’ altı ay içinde okuyabildiğim iki kitap idi.

Mario Conde (Padura’nn 4 roman serisinde ki ana karakter) beni büyülemiş idi ancak çeşitli Küba romanları ve Leonardo’nun diğer çalışmalarında rastlanan suç hikayelerini daha fazla okumak istemedim.

Çocukluğumdan arda kalan bazı hatıralar ve resimleri anımsatan, anlam yüklü Troçki ile daha sonra karşılaştım: bunlar Mir ve Moskova yayınları tarafından basılan kitaplar, ve bir zamanlar orta okulun bahçesinde ışıldayan Lenin albümleri idi.

Ancak, üniversite öğrencisi olarak meraklı bir şekilde yanıtlar ve çözümler aradığım bir sırada Troçki’nin çalışmaları beni tartışmalarla doldurdu.

Troçki beni hiçbir şeye aldırmamaktan kurtardı ve “sosyalizm,” “komünizm” ve “devrim” kavramlarındaki boşlukları doldurdu.

Bunlar, yıllar önce başarısız deneyimler ve mide bulandırıcı konuşmalar tarafından benim için anlamını yitiren kavramlardı.

Acele bir şekilde onun kitaplarını buldum ve orada onun deneyiminin benimkine benzediğini gördüm = sıradışı ya da ihanete uğrayan devrimler, tasfiyeler ve bürokratlar.

İki yıl önce Padura’nın Troçki’nin karakterlerinden biri olduğu bir kitap yazdığını öğrendim. Şaşırmıştım. Bundan önce onun detektif romanlarının yazarı olarak tanıyordum.

Fakat şaşkınlığımın başka bir nedeni daha vardı: ilk olarak Troçki’nin adı Sovyet Stalinistlerinin yaptığı gibi Küba’da okutulan modern tarih kitaplarından da silinmiş idi.

Şaşkınlığımın bir diğer nedeni de üniversite de birinci sınıfta iken Savunma hocasının, savunmaya hazırlık kursunda bütün sınıfın önünde Troçki’yi ”hain” olarak yaftalaması idi.

Bir çok kişinin hala ”Dönek Troçki” mitine inandığını bilerek Padura’nın Troçki’nin ölümü üzerine yazdığı kitabın Amerikalar evinde ki tanıtımına katıldım, salon tıklım tıklım dolu idi.

Bugün bu kitabı bitirdim. Anlattığı hikaye, hali hazırda bildiğim için beni düşündürmedi.

El hombre que amaba a los perros (Köpekleri Seven Adam)’ın yayınlaması bize ana müttefiğimizin SSCB olduğu ve Rus polkası ile dans ettiğimiz bir dönemi anımsatıyor.

Leonardo Padura’nın kitabı, ayrıca Troçki’yi canlandırıp Küballılara onu dünya işçileri hakkında mücadele eden biri olarak tanıtma imkanını veriyor

Bu eser, Stalinist bürokrasi tarafından sürdürlen iktidarın kötüye kullanımı ve suçlara karşı mücadele eden bir insanı tanıtıyor, ancak, kitap ayrıca, çürümekte olan bir toplumu yeniden yaşama döndürmek için alternatifleri de sunuyor.

(14 Temmuz 2011=Havana Times)

Küba’da cinsel taciz

Küba: Irkçılık üzerine sorular (I)

Küba: Irkçılık üzerine sorular II

Küba’da öğretildiği şekliyle Leon Troçki Daisy Valera

Kübalı transseksüellerin sorunları

Küba’da duvar yazıları – Daisy Valera

Posted in Küba, Kültür - Sanat, Makaleler | Etiketler: , , , | 2 Comments »

Venezüella Simon Bolivar Gençlik Senfoni Orkestrası kurucusu Jose Antonio Abreu ile görüşme

Posted by lahy 10/08/2011


El Sistema mecburiyetten doğdu

1975 yılında El Sistema’yı kuran Jose Antonio Abreu, ‘Venezüella devleti çocukların böyle bir programa katılımlarının sosyal sonuçlarını çok çabuk fark etti, bizi çok sağlam ve koşulsuz destekledi’ diyor

Abreu ya onur ödülü: Venezüella Simon Bolivar Gençlik Senfoni Orkestrası nın önceki günkü konserinden önce El Sistema nın kurucusu Jos Antonio Abreu ya İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı tarafından Yaşam Boyu Başarı Ödülü sunuldu.

El Sistema’yı kurarken bir modeliniz var mıydı, nereden esinlenerek yola çıktınız?

El Sistema modeli gerçek bir zorunluluk, bir mecburiyetten doğdu. Venezüella’da bir kültürel eğitim modeli yaratma gerekliliğini ertelemek imkansızdı. Biz bu sürece başladığımızda Arjantin, Brezilya ve Meksika gibi ülkeler bize göre önemli bir üstünlüğe sahipti. Bu durum, yöntemimizi geliştirmemiz için gereken çabayı gösterme konusunda bizi cesaretlendirdi. Dün akşam katılma olanağı bulduğum bir konserde buradaki çok yetenekli, parlak ve gelecek vaat eden çocukları izledim ve geleceğimizin aynası olan bu çocukları görünce, Venezüella ile gerçekleşmesi an meselesi olan kardeşçe bir ortaklık için umutlandım.

Başlangıçta ekibiniz kaç kişilikti? Çevrenizde kimler vardı?

İlk provamızda 11 öğrencimiz vardı. Aynı yıl, önce 60, sonra 90 ve ardından 100 öğrenciye ulaştık. Bir sonraki yıl Venezüella’nın farklı bölgelerinden gelen birkaç yüz öğrencimiz ve bize öğretmen olarak yardım etme isteğiyle gelen birçok profesyonel müzisyenimiz vardı. Bu çok dinamik, güçlü ve hızla yayılan bir etki yarattı.

O yıllarda size, projenizin gücüne, işlevine inanacak kişilere ulaşmakta güçlük çektiniz mi? Örneğin; çocukların ailelerini ikna etmekte zorlandınız mı? Çünkü dar gelirli ailelerde, çocukların ailenin geçimine maddi katkı sağlaması beklenirken, siz yüzlerce çocuğu müziğe çekebildiniz.

Aileler, çocukları kendileri için bir performans sergilediği andan itibaren projemize inandıklarını gösterdiler. Yani projemize aldığımız ilk önemli sosyal destek, Venezüellalı ailelerdi. Müzik eğitimi alan çocukların kendilerini kötü alışkanlıklardan, şiddetten ve kötü davranıştan uzak tuttuğuna dair önemli kanıtlar ortaya koyan süreç hızla başlamış oldu. Tam o anda, müziğin sosyal değişim için çok önemli bir araç olabileceği ortaya çıktı. Çocukların bu süreçte rol almasındaki asıl amaç kazanç sağlamak değil, onlar için mutluluk ve manevi istikrar oluşturmaktı. Daha sonra programdaki çocuk sayısı arttığında bizim çok derin bir sosyal değişim süreci başlatmış olduğumuz açığa çıktı. Artık başlangıçta bize göre üstün görünen Avrupalı ya da daha gelişmiş ülkelere gıpta etme ihtiyacımız kalmamıştı.

Finansman ilk başlarda nasıl sağlandı? Devletin ve özel sektörün katkısı ne yöndeydi, ne kadardı?

Venezüella devleti programa en başından beri çok sağlam ve koşulsuz bir şekilde destek verdi. Bunun nedeni çok basitti: Devlet, çocukların böyle bir programa katılımlarının sosyal sonuçlarını çok çabuk fark etti ve Venezüella gençliğinin böyle önemli bir süreci tanımasında ön ayak olması gerektiğini gördü. Fikre, başından beri büyük sempati duyan özel sektör de programa önemli destek verdi. Özel okullar, organizasyonlar ve öğretmenler programdaki potansiyeli farkettiler ve desteklemek için onlar da zamanlarını ve enerjilerini ayırdılar.

Eğitim işlevinizi dikkate alarak şunu sormak istiyoruz: Bugün gelişmiş ülkelerde ( İngiltere, Amerika vb. ) müzik eğitiminin giderek zayıflaması hakkında neler söylemek istersiniz?

Klasik müziğin güç kaybettiği tezi, yakın tarihte bazı ülkeler için geçerli olabilir, ama son birkaç yıl içinde bu konuda çok önemli girişimlere de tanık olduk. Bunlardan en önemlisi İskoçya’da Birleşik Krallık’ın en fakir bölgelerinden biri olan Raphoch, Stirling’de ‘Sistema Scotland’ adıyla başlatılan programdı. Şu anda, bu amaca bağlılığını ortaya koymuş birçok genç öğretmen ve akademisyenimiz var. Aynı şekilde son yıllarda İtalya’da çok olumlu deneyimlerimiz olmakta. Çok yakında Yunanistan’a gidiyoruz. Fransa da programa oldukça yakın ilgi gösteriyor. Yani bu senaryo hızlı bir şekilde değişiyor.

Neden orkestra kurmayı tercih ettiniz? Bunun yanı sıra; şan, koro ve piyanonun da El Sistema içindeki rolünü merak ediyoruz. Gördüğümüz kadarıyla ağırlıklı rolleri olduğundan söz edilemez.

Orkestra aynı anda en yüksek sayıda öğrenciyi bir araya getirebilen bir araç. Aynı zamanda çok ciddi bir kolektif çalışmanın oluşmasını sağlıyor. Şan da dahil olmak üzere, bireysel enstrüman eğitimi oldukça ‘bireysel’ ve yalıtılmış bir süreç. Bize göre bireysel eğitim, aradığımız derin sosyal etkiyi yaratma konusunda, orkestralarla boy ölçüşemez.

Türkiye, klasik müzik kültürünün henüz marjinal kaldığı bir ülke. El Sistema’nın ülkemize adapte edilebilirliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Bence Türkiye’de, müzik dinleme alışkanlıkları konusunda -tüm bu söylediklerinize rağmen- zaten bir tohum var. Dün akşam katıldığım konserde gördüğüm çocuklar müzikal olgunlukları ve gelişimleriyle bana bu sürece hali hazırda başlanmış olduğunu gösterdiler. Sistemin Türkiye’ye adapte edilebilirliği konusundaki izlenimlerimde umutsuz olmadığıma dikkati çekmek isterim.

El Sistema’nın Venezüella’da ve dünya ölçeğinde geleceğe yönelik hedefleri nelerdir?

En temel hedefimiz, tüm dünyada gerekli bağlantıları oluşturmak. Bu, şu anda üzerinde en çok çalıştığımız şey. Büyük bir ‘Latin Amerika gençlik orkestraları’ ağı kurduk. Eşzamanlı olarak, şu ana kadar çok olumlu devam eden Avrupa (İskoçya, İtalya, Fransa) deneyimlerimizi geliştirmek için de çok çalışıyoruz. Eminim ki Türkiye’yle çalışmaya başlar başlamaz buradaki süreçte de hızla yol alacağız.
kaynak: radikal

Posted in Kültür - Sanat, Venezuela | Etiketler: , | 1 Comment »

Bolivya’da özel medya kanallarına sınırlama

Posted by lahy 01/08/2011

Bolivya’da ülkedeki ticari medya, radyo ve televizyon kuruluşlarını sınırlayan yeni medya-iletişim yasası onaylandı.

Meclisten büyük oy çokluğuyla geçen yasaya göre ticari radyo ve televizyon kuruluşlarının sayısı Bolivya’daki tüm medya organlarının yüzde 33’ünden fazla olamayacak.

Şu an Bolivya radyo televizyonlarının yüzde doksanına yakını özel medya kuruluşlarına ait.

Yeni yasayı gündeme getiren ve onaylanmasını sağlayan iktidardaki Eva Morales hükümeti düzenlemeyle, insan haklarından biri olarak tanımladığı iletişim ve haberleşmenin daha sağlıklı bir ortamda gerçekleşeceğini savunuyor.

Sosyalist Morales iktidarının muhalifleri ise yeni yasanın basın ve ifade özgürlüğüne müdahale anlamına geleceği eleştirisini dile getiriyorlar.

Bolivya meclisinde dün onaylanan yasa, özel radyo televizyonlara ayrılan yayın frekanslarının yüzde 33’ünden geriye kalan yüzde 66’nın, devlet yayın organları ve ülkedeki kar amaçlı olmayan toplumsal örgütler tarafından kullanılmasını öngörüyor.

Yasayı eleştiren kesimler, Bolivya’daki toplumsal hareketlerin Morales iktidarının destekçisi olmaları sebebiyle, iktidarın medya alanında büyük bir egemenlik kuracağı endişesini taşıyorlar.

Dün yasanın onaylanması ardından muhalif siyasetçi Luis Pedraza, yeni düzenlemeyle hükümetin iletişim tekeli kurduğunu ve editöryel bağımsızlığın tehdit altında olduğunu yorumunda bulundu.

Meclis başkanı Rene Martinez ise onaylanan yasanın anayasayla uyumlu olduğunu ve iletişim-ifade özgürlüğünü genişleteceğini savundu.(BBC)

Posted in Bolivya, Kültür - Sanat | Etiketler: , | 1 Comment »

Latin Amerika’nın ünlü sesi Cabral silahlı saldırı sonucu öldü

Posted by lahy 10/07/2011

Arjantin’in ünlü şarkıcısı ve halk ozanı Facundo Cabral, Guaremala’da uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.

1970’lerde protest müzik yaparak sivrilen Cabral, havalimanına giderken içinde bulunduğu araç saldırıya uğradı. Olayda Cabral’ın şöförü de hayatını kaybetti.

İtfaiye yetkilileri saldırı sırasında ünlü şarkıcının yalnız olmadığını, birlikte seyahet ettiği bir işadamı arkadaşının da olayda yaralandığını açıkladı. Polise göre asıl hedef işadamı olabilir.

Latin Amerika’nın bu ünlü sesinin hayatını kaybettiğini öğrenen hayranları olay yerine akın etti. Bunlar arasında Cabral’ın arkadaşı, Nobel Ödüllü Rigoberta Menchu da vardı.

“Bu ülkemiz açısından utanç verici bir cinayet. Kınıyoruz bu iğrenç saldırıyı. Aklıma gelen tek şey idealleri uğruna öldürülmüş olabileceği. Yoksa burada, Guatemala’da öldürülmesi için bir başka sebep olabileceğini sanmıyorum.”

Bölgenin en fakir ülkelerinden biri olan Guatemala, Latin Amerika’nın en yüksek cinayet oranlarından birine sahip. Devlet Başkanı Alvaro Colom, saldırının adi bir suç mu yoksa planlı bir cinayet mi olup olmadığının araştırıldığını açıkladı. Guatemala cinayet sonrası üç günlük yas ilan etti.

Turne için Guatemala’da bulunan 74 yaşındaki şarkıcı, birçok kez bu ülkede konserler vermişti.

Posted in Arjantin, Kültür - Sanat | 1 Comment »

Eduardo Galeano:Bağımsızlık haysiyetin diğer adıdır

Posted by lahy 07/05/2011

Eduardo Galeano

Bu konuşmayı adları Carlos olan iki insanın yaşayan hatıralarına armağan etmek istiyorum: Dostluklarını daha fazla tecrübe edemeyeceğim ancak hep dost kalacağımız Carlos Lenkersdorf ve Carlos Monsiváis’e…

Teşekkür ederek başlayayım: Teşekkürler Marcelo, bu armağan ve bu keyif için. Pislik ve korku dolu askeri diktatörlük yıllarımızda mazlumların sığınağı olmuş sürgünler ülkesi Meksika’ya olan minnettarlıklarını asla unutmayacak olan kendim ve bütün Güneyliler adına sana teşekkür ediyorum.

Ve Meksika’nın bu nedenle ve daha pek çok nedenle dayanışmamızın tamamını hak ettiğini vurgulamak istiyorum. Öyle ki sevgili ülkemiz Meksika bugün, birilerinin burunlarını soktuğu, diğerlerinin cesetleri tedarik ettiği ve birilerinin savaş ilan edip, diğerlerinin ise kurşunlara geldiği küresel uyuşturucu-sisteminin ikiyüzlülüğünün bir kurbanıdır.

Bu cömert davranış, geldiği yer itibariyle beni onurlandırdı. Mexico City, cinsel çeşitlilikten bugünlerde çoktan kaybolmuş gibi görünen nefes alma hakkına kadar uzanan geniş ölçekli bir insan hakları savunusuna dönük kavganın ön cephesindedir.

Ve bu armağanı aldığım için çok onurlandım çünkü bu mücadele etmekle de ilgiliydi: ülkelerimizde tam bağımsızlık halen ve esas olarak bizleri her gün bir araya getiren ve gerçekleştirilmesi gereken bir görevdir.

Quito şehrinde, bağımsızlıktan bir gün sonra bir duvara bilinmeyen bir el şunları yazmıştı: Despotluğun son günü ve ilk günü aynı zamanda!

Ve kısa bir süre sonra Bogotá’da, Antonio Nariño vatansever ayaklanmanın bir maskeli balo haline geldiği ve bağımsızlığın kolalı gömlekli ve bol düğmeli centilmenlerin ellerinde olduğu hususunda uyarıyor ve şöyle yazıyordu: Efendilerimizi değiştirdik!

Ve Şilili Santiago Arcos mahpushaneden şöyle sesleniyordu: Yoksullar görkemli bağımsızlığı, Chacabuco ve Maipú’da kralın birliklerine hücum eden atlar kadar tadabildiler!

Bütün uluslarımız yalanların içine doğmuştur. Bağımsızlık, onun için dövüşerek hayatını riske atanları yüz üstü bırakmıştır ve kadınları, okuryazar olmayanları, yoksulları, yerlileri ve siyahları kutlamaya bile davet etmemiştir. Bu bozulmayı itibarlı hale getiren ilk anayasalarımıza bir göz atmayı öneriyorum. Anayasalarımız, yurttaşlık hakkını ancak onu satın alabilecek olan az sayıda kişiye bahşetmektedir. Kalanlar ise görünmez olmaya devam ettiler.

Simón Rodríguez, “Deli” olarak anıldığı üzere çılgın olmasıyla meşhurdu. Rodríguez çılgınça şeyler söyledi, şunlar gibi: “Bağımsızız ancak özgür değiliz. Avrupa’nın bilgeliği ve Birleşik Devletler’in zenginliği, düşünce özgürlüğünün iki düşmanıdır. Amerikamız kölece taklit etmemeli, özgün olmalıdır.

Ve şunu da söylüyordu Rodríguez: “Çocuklara meraklı olmayı öğretmeliyiz, böylece itaat anlayışına alışkın hale geleceklerdir: kafası basmayan otoritelere ya da aptalca geleneklere itaat değil. Bilmeyen kişi herkesin kandırabileceği kişidir. Sahip olmayan kişi, herkesin satın alabileceği kişidir.”

Simón Efendi çılgınca şeyler söyledi ve çılgınca şeyler yaptı. 1820lerin ilk yıllarında okullarına kız ve erkek, yoksul ve zengin, yerli ve beyaz çocuklar karışık giderdi ve de kafalar ve kollar birlikte işlerdi çünkü onlar okumanın ve eylemeyi, tahtayla ve toprakla uğraşmayı bir arada düşünüyorlardı. Sınıflarında Latin kutsal odalarının* adı dâhi duyulmamıştı ve ayıp-günah geleneğine el emekleriyle meydan okuyorlardı. Bu deneyim uzun sürmedi. Rezil seslerin yaygarası “gençliği çürüten” bu “şehvet düşkünü adamın” ihracını talep etti ve bugün Bolivya dediğimiz ülkenin başkanı Marshal Sucre istifasını verdi.

O andan itibaren Sucre bir katırın sırtında Pasifik kıyıları ve Andlar boyunca okullar kurarak ve yeni iktidara gelmiş olanlara katlanamayacakları sorular sorarak dolaştı durdu. Sorularından biri şuydu: “Avrupa’dan ve Birleşik Devletler’den gelen her şeyi taklit eden sizler, en önemli şey olan özgünlüğü neden taklit etmiyorsunuz?
Bu yaşlı serseri, cesur, çirkin ve göbekli herif, Amerikaların bu en cüretkâr ve canayakın düşünürlerinden biri her gün giderek daha yalnızlaştı ve yalnız öldü.

Seksen yaşında şunları yazıyordu:

Dünyayı hepimiz için bir cennet haline getirmeye çabaladım. Kendim içinse cehenneme çevirdim.

Simón Rodríguez bir kaybedendi. Dünyanın değer terazisine vurulduğunda onun gibi başarıya büyük değer veren ve yenilgiyi kabullenmeyen adamlar hatırlanmayı bile hak etmezlerdi.

Ancak, Simón Efendi bugün Amerikamızı kuzeyden güneye kat eden bağımsızlık enerjisinde yaşamıyor mu? Bilmeseler de pek çok kişi, aynen Molière’in bir nesrin içinde konuşan ancak bir nesrin içinde konuştuğunu bilmeyen karakteri gibi onun ağzıyla konuşmuyorlar mı?

Peki, Simón Efendi, ölümünden bir buçuk asır sonra bizlere bağımsızlığın haysiyetin diğer adı olduğunu öğretmeye devam etmiyor mu? Sömürgeci mirasının halen ağırlığını hissettirdiği, hem de baskın biçimde hissettirdiği ve bu mirasın, Simón Efendi’nin maymun ve papağanların erdemlerine rağbet etmek olarak kınadığı gibi kopyaları alkışladığı ve yaratıcılığı lanetlediği doğrudur. Ancak bu korkunun aşağılayıcı ve sıkıcı bir hapishane olduğun hisseden artan sayıda genç insanın var olduğu ve kendi akıllarıyla özgürce düşünmeye ve kendi kalpleriyle hissetmeye ve de kendi ayaklarının üzerinde yürümeye cüret ettikleri de doğrudur.

Tanrı’ya inanmam ama dirilişin insani mucizesine inanırım. Çünkü Emiliano Zapata’nın öldüğüne inanmayı reddedenler ve beyaz bir atın sırtında Arabistan’a gittiğine inananlar muhtemelen yanılıyorlardı ancak sadece haritaya dikkatlice bakmak konusunda yanılıyorlardı. Çünkü Zapata’nın halen yaşamakta olduğu düşüncesi öyle çok uzaklarda, Doğu’nun çöllerinde falan değil: Zapata adaleti istemek ve yaratmak üzere hemen yanı başımıza, buraya sürdü atını.

Ve bir başka kaybedene ne olduğundan da bahsedelim: José Artigas, Lincoln ve

Zapatadan da önce, Amerika’daki ilk tarım reformunu yapan adam!

Yaklaşık iki yüzyıl önce, Artigas yenildi ve yalnızlığa ve sürgüne mahkûm edildi. Yakın zaman önce Uruguay askeri diktatörlüğü, onu mermerden bir mahpushaneye tıkmayı deneyerek onun adına muazzam bir anıt mezar dikti. Ancak diktatörlük, bu abideyi onun bazı cümleleriyle süslemeyi düşündüğünde, yıkıcı olmayan tek bir sözünü bulamadılar. Şu anda anıt mezarda herhangi bir cümle yazmıyor, sadece savaşların tarihleri ve adları var. İstemsiz bir övgü, istemsiz bir itiraf size: Artigas’ın sesi kısılmadı, Artigas halen tehlikeli.

Komik bir şey söyleyeyim: Topraklarımızda dişe dokunur bir şey söylemeksizin gevezelik eden pek çok canlının yanı sıra sessizce konuşan pek çok ölü bulunmaktadır.

Mübarek insanlar kaybedenlerdir çünkü onlar kendi topraklarını sevmenin utanmazlığını üstlenmişler ve hayatlarını bunun için riske atmışlardır. Ancak vatanseverliğin egemen ülkelerde onurlu bir ayrıcalık olduğu bilinir: Sadece yönetimde olanların vatansever olmak hakkı vardır. Aksine, tahakküm altındaki ülkeler ise ebedi itaate mahkûm kılınmışlardır, popülistler, demagoglar ve çılgınlar olarak adlandırılmanın acısıyla vatanseverliği tecrübe edemezler: bizim vatanseverliğimiz bir musibet, tehlikeli bir musibettir ve bizim demokrasimizi sürekli sınayan dünyanın efendilerinin bu tehdidi kan ve ateşle def etmek gibi kötü bir alışkanlıkları vardır.

Mübarek insanlar kaybedenlerdir çünkü onlar tarihi tekerrür ettirmeyi reddederler ve onu değiştirmeye çalışırlar.

Mübarek insanlar kaybedenlerdir ve lanetliler de dünyayı bir yarış pistiyle karıştıranlar ve tırmandıkları başarının tepe noktasına doğru fırlayanlar, üreyenler ve serpilenlerdir. Mübarek insanlar öfkelidirler ve lanetliler ise liyakatsiz.

Lanetliler, bizi gerçekliğin erişilmez olduğuna ve dayanışmanın ölümcül bir hastalık olduğuna, çünkü komşumuzun her zaman bir ümit değil bir tehlike olduğuna inanmaya mecbur eden korkunun başarılı diktatörlüğüdür. Mübarek insanlar kucaklaşmak, lanetliler dirsek atmaktır. E peki ama çok fazla kaybeden yok mu?

Bazı gazeteciler bana iyimser biri olup olmadığımı sorduğunda yanıtım samimi biçimde şu şekilde oluyor: “Bazen. Duruma bağlı.”

Her zaman iyimser olanlar bana herkesten daha gayri insani gelir.

vBence hayal kırıklığı bir insan hakkıdır ve bu bir şekilde bizim insan olduğumuzu kanıtlar çünkü eğer nefes almıyor olsaydık hayal kırıklığına da uğramazdık.

Gerçekliğin çok da cesaret verici olmadığı malûm, komşularını sıkboğaz edenleri ve yeryüzünü, suyu ve havayı imha edenleri o rezil ödüllendirme alışkanlığı da öyle. Ve nihayet gerçekliğin dönüşümündeki en heyecan verici deneyimler yarı yolda kalma, def olma ya da kaybolma ve sıklıkla kötü bitme eğiliminde.

Bunlar aşikâr ancak ben şunun sorulması gerektiğini söylüyorum: bu sevimli kolektif deneyimler kötü bittiğinde gerçekten sona mı varmış oluruz? Yapılacak bir şey kalmıyor mu, bu işleri bırakmalı ve dünyayı nasılsa öyle mi kabul etmeliyiz? Bundan birkaç yıl önce “tarihin sonu tezi” pek moda hale gelmişti. Bunu yutacağımıza, sağduyu bize güçlü bir sadelikle tarihin yeni bir sabaha uyanmış olduğunu gösterdi.

Yaşamak meselesinin en iyi yanı yaşamın sürprizler yapma yeteneğidir. Arap ülkelerinin şu anda yaşamakta oldukları özgürlük kasırgasını yaşayabileceklerine kim inanırdı? Genç bir oğlan çocuğunun meydanda gündüzler ve geceler boyu bekleyerek “artık hiç kimse bize yalan söylemeyecek” demesine kim inanırdı?

Her şey söylendiğinde ve yapıldığında, tarih elveda dediğinde ya da der gibi göründüğünde, bize demektedir ki ya da en azından fısıldamaktadır ki: “sonraya dek, biraz sonraya dek, görüşürüz.”

Ve ben de sizlere elveda diyorum, şimdi tarihin de beni düşündürdüğü üzere sizlere teşekkür ediyor ve diyorum ki: “sonraya dek, biraz sonraya dek, görüşürüz.”

Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, “Latin Amerika’nın Kesik Damarları”, “Güneşte ve Gölgede Futbol”, “Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu”, “Zamanın Ağızları” ve “Aşkın ve Savaşın Günleri Geceleri” gibi pek çok kitabın ve makalenin yazarıdır. Bu yazı, Galeano’nun Mexico City’de aldığı Onur Diploması töreninde yaptığı konuşmanın metnidir – Sendika.org
*Yazar burada “sacristy” kavramını kullanıyor. Sacristy, kutsal eşyaların /kilise eşyalarının saklandığı oda anlamına geliyor – ç.n

Posted in Kültür - Sanat, Uruguay | Etiketler: , | 1 Comment »

Sabırotu Frida = Mehmet Uhri

Posted by lahy 20/01/2011

Mehmet Uhri

Aztek mitolojisinden günümüze ulaşan Llorona isimli Meksika söylencesi bir çılgınlık anında çocuklarını öldüren, hatasını fark edip intihar eden ancak ruhu sonsuza kadar ağlayarak çocuklarını aramaya mahkum edilen acılar içindeki hayalet kadını anlatır. Söylence Meksika halk şarkılarına da konu olmuş ve özellikle Chavela Vargas’ın sesinden İspanyolca “ağlayan” anlamına gelen La Llorona adıyla tanınmıştır. Benzer bir söylence antik Yunan mitolojisinde de vardır. Euripides’in (M.Ö. 405 ) Bakhalar adlı trajedisinde Kadmos ve Harmonia’nın dört kızından biri olan Agave, Thebai kralı olan oğlu Pentheus’u öldürür. Dionysos’un annesi Semele ile Zeus’un aşkı hakkında dedikodu yaptığı ve bu dedikodu Hera’nın kulağına gittiği için Dionysos tarafından çılgına çevrilen Agave, içtiği ilacın etkisiyle oğlunu vahşi hayvan sanarak öldürdüğünü anlar ve kalan ömrünü acılar içinde ağlayarak geçirir. Acılı anne Agave’nin adı günümüzde Meksika ile özdeşleşmiş Tequila adlı içkinin üretildiği yabani bir kaktüs türünde yaşamaktadır. Tequila; Meksika’da Agave (Agave Mexicana) Anadolu’da ise kıraç topraklarda zor koşullarda yaşayabilmesi yüzünden sabırotu olarak bilinen bitkiden üretilen 2000 yıllık Aztek içkisidir.

Özü su ile dolu olup dokunulduğunda ağlamaya meyilli bu kaktüse Agave adı verilmesi de boşuna değildir. Bitki, 16. Yüzyılda İspanyol istilası ile soykırıma uğrayan akabinde iç savaşlarla kendi çocuklarını öldüren ve günümüzde yaşayan az örneği kalan Aztekleri andırırcasına ulaşılması güç kıraç topraklarda zor şartlarda yetişerek varlığını sürdürmüştür. Dahası, 15-18 yıllık çileli ömrünün büyük kısmını birkaç karıştan fazla uzamadan hayli güç şartlarda ismine yaraşır biçimde sabırla geçiren bitki yaşamının son yılında büyümeye boy atmaya başlar. Üç dört metreye ulaşan boyuyla çiçek açar ve kısa süre sonra ölür.

İşte Meksikalı ünlü ressam Frida Kahlo’nun hayat hikayesi de Aztek mitolojisindeki Llorona, Yunan mitolojisindeki Agave veya sabır otu gibi çile çekerek ağlayarak sabırla yaşamaya adanmış bitkiyle benzeşmektedir.

Daha 6 yaşındayken geçirdiği çocuk felci nedeniyle bir bacağı aksak kalan Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon, kısaca Frida Kahlo fotoğrafçı Macar asıllı baba Wilhelm Kahlo ve Aztek kökenli annesi Matilde Calderon Gonzales’in dört kızından üçüncüsü olarak 1907 yılında Meksika’da doğar. 19 Yaşında geçirdiği ölümcül trafik kazası yüzünden hayatı, ameliyatlar, korseler, hastane ve doktorlar arasında geçecektir. 32 Kez ameliyat olmasına karşın kalıcı iyileşme sağlanamayacak hayatının büyük kısmını yatağa bağlı olarak geçirmek zorunda kalacaktır. Yıllar boyu korseler ve alçılar içinde yatağa bağlı kalması üzerine annesinin desteği ile Frida, yatağının tavanındaki aynaya bakıp otoportre niteliğinde resimler yapmaya başlar. Günlerce yatağının tavanında asılı olan “gündüzlerimin ve gecelerimin celladı” diye adlandırdığı aynaya bakıp umudunu yitirmez acılar içinde yaptığı resimlerle hayata tutunur.

Filmlere de konu olan hayatı boyunca 55 tanesi otoportre olmak üzere toplam 143 resim yapabilmiştir. Yaşadığı dönemde Meksika’nın Michalengelosu olarak tanınan bilinen meşhur duvar ressamı kocası Diego Rivera’ ın gölgesinde kaldığı söylense de Meksika devriminin, geleneksel Meksika kültürünün temsilcisi olarak zamanla kocasından da ünlü olacaktır.

Frida Kahlo’nun çile dolu kısa hayatı Meksikalıların Agave Anadolu insanının ise sabır otu dediği bitkiyle benzeştiğinden söz etmiştik. Sabırotu çekici değildir, öyle hoş kokusu da yoktur. Tam bir çilekeştir, sabırla çiçek açmayı bekler. Gözlerden uzak kıraç taş toprakta yetiştirdiği çiçeğini öyle pek kimseler görsün de istemez. Olumsuz iklim ve toprak şartlarına karşın yaşar ve sanki hayatın her şeye karşın mücadele etmek olduğunu anlatır. Frida’nın hayatı da acı ve ağlamalarla büyük kısmı yatalak geçen ama yine de mücadele etmekten vaz geçmeyen sabır otu gibidir. Bitkinin acıyla geçen ve sabırla katlanılan ömrü, vadesi geldiğinde kısa süreli bir parlayış, mutluluk ve ölüm ile sonlanır. Eserlerinde geleneksel Meksika kültüründen izler ve öğeler taşıyan Frida Kahlo da ülkesindeki ilk ve tek sergisini ancak ölümünden bir yıl önce Mexico City’de açar. Agave veya sabırotu gibi kısa sürede parlayıp ünlenir ve bir yıl sonra 47 yaşında akciğer embolisi nedeniyle aramızdan ayrılır.

Geride bıraktığı resimleri ile Frida Kahlo, Agave özünden damıtılmış geleneksel Aztek içkisi Tequila gibi sarhoş etmese de izleyenleri etkileyip sarsmayı sürdürmektedir. Frida’nın resimleri sürrealist olarak değerlendirilse de o surrealizmi reddeder. Resimleri acıyı ve keskin gerçekliği yansıtır. Frida’nın resimlerinde Meksika kültürü ve devrimci ulusal kimlik de tuvale aktarılmıştır.
Hayatı çalkantılar ve acılar içinde geçen Kahlo en ünlü tablosu “İki Frida” adlı portresine, Diego’dan boşanma öncesinde başlamıştır; söylediğine göre resim ayrılıktan duyduğu mutsuzluğun tasviriydi ve Diego’nun sevdiği Frida’yla reddettiği Frida’yı anlatmaktadır. Onca soykırım ve iç savaş yaşamış ancak acılara karşın hayata tutunmuş Aztek halkı gibi Frida da otoportrelerinde içimize işleyen delici bakışları ile hayattaki tek gerçeğin, vazgeçmemek ve mücadele etmek olduğunu, hayatın acılara rağmen sabırla yaşanılası bir şey olduğunu haykırmaktadır.

1954 yılında aramızdan ayrılan çilekeş Frida Kahlo’nun son çalışması “viva la vida – yaşasın hayat”  ismini taşımaktadır.  Geride kalanlara “Beni hatırlamak isteyenler Chavela Vargas’ın sesinden Llorona’yı dinlesinler. Ben orada yaşıyorum” mesajını bırakan Frida Kahlo ve eşi Diego Rivera yapıtları ile İstanbul’da sergileniyor.

Yaptığı Duvar resimlerinde Azteklerin yaşamını anlatan ve İspanyolların nasıl bir kültürü ortadan kaldırdığını detaylarıyla ortaya koyan İspanyol ressam Diego Rivera ile Meksika devriminin efsane temsilcisi eşi Frida Kahlo 40 parçalık sergi ile Pera müzesinde sanatseverlerle buluşuyor. Çilekeş bir agave bitkisi gibi ömrünün son yılında parlayıp aramızdan ayrılan Frida Kahlo ve eşi Diego Rivera’nın yapıtları olanca gerçekliği ile 20 Mart 2011’e kadar İstanbul’da.

Not: Fridayı anlamak ve Chavela Vargas’ın sesinden Llorona’yı dinlemek için http://www.youtube.com/watch?v=XCUddHPYvCY linkini kullanabilirsiniz.
Kaynak: Acık Radyo

Posted in Kültür - Sanat, Meksika | Etiketler: , , | 1 Comment »

Pedro Mairal’ın ‘Kayıp Parça’ romanı üzerine

Posted by lahy 29/12/2010

O günlerde köye yerleşen anarşist

‘Kayıp Parça’ romanının yazarı Arjantinli Pedro Mairal kuşkusuz adı anılacak yazarlardan biri olacak. Bilinen Latin yazarlardan çok farklı, sade bir dilde yazıyor

ASUMAN KAFAOĞLU-BÜKE

Latin Amerika edebiyatı 1960’larda beklenmedik bir çıkış yakaladı. Julio Cortázar, Gabriel Garcia Márquez, Carlos Fuentes, Mario Vargas Llosa gibi o yılların genç yazarları, sonraki yıllarda Latino Boom diye adlandırılacak çıkışlarıyla tüm dünya edebiyatını etkileyen Büyülü Gerçekçilik gibi akımlara neden oldular. Cortázar dışında hayatta olanlar bugün çoktan yetmiş yaşını geçtiler ama hâlâ Latin Amerika edebiyatı önemini koruyor. Bu yazarların eserleri ülkeleriyle aynı anda tüm dünya dillerine çevriliyor ve yayımlanıyor. Son yıllarda Latino Boom’un takipçilerinin kimler olacağı merak ediliyordu. Bu hafta yayımlanan ‘Kayıp Parça’ romanının yazarı Arjantinli Pedro Mairal kuşkusuz adı anılacak yazarlardan biri olacak. 1970 doğumlu yazar, şimdiden çok sayıda ödül kazanmış, aslında adını andığımız Latin yazarlardan çok farklı, sade bir dilde yazıyor fakat yeni kuşak yazarlarda gördüğümüz yalın anlatı tekniğiyle dikkat çekiyor.

‘Kayıp Parça’ karmaşık olmayan, sade bir öykü çevresinde kurgulanıyor. Annelerinin ölümü ardından Buenos Aires’teki işlerini birkaç günlüğüne bırakıp doğup büyüdükleri kasabaya gelen ellili yaşlardaki iki kardeş, geride kalan malları ve evi düzenlemek niyetindeler; ama tüm bunlardan daha önemlisi, ulusal kültürel hazine ilan edilen babaları ressam Salvatierra’nın eserlerini ortaya çıkarmaktır. Roman, Salvatierra’nın oğlu Miguel’in ağzından anlatılıyor, babasının resimlerini düzenlerken bir yandan babasını yeniden tanıyor, diğer yandan yıllardır gizli kalmış aile sırlarını öğreniyor. Babasından asla ‘baba’ diye söz etmeyen, sadece Salvatierra diyen Miguel, böylece mesafeli baba-oğul ilişkisini anlamamızı sağlıyor. Salvatierra tam anlamıyla sıra dışı bir ressam. Küçük bir çocukken geçirdiği ağır kaza sonunda konuşma yetisini yitirdiği için, kendini ifade etme biçimi olarak resim yapmaya başlıyor. O günlerde köye yerleşen anarşist Alman ressam sayesinde resim teknikleri öğreniyor fakat Salvatierra o denli hızla öğreniyor ki, ustası resmi ve tüm malzemelerini ona bırakıp gidiyor. Salvatierra, Alman ressamın bıraktığı tuval bezini kesmeden sonuna kadar tüm ruloyu kullanarak ilk eserini yapmaya yirmi yaşında başlıyor. Bundan sonra da tuval bezlerini kesmeden boyamaya devam ediyor. Sonunda altmış yıl hiç durmadan yaptığı resimler, koca rulolarla birbirlerinden bağımsız olmayan süreklilik içinde, kilometrelerce uzun bir yapıt çıkıyor ortaya. Aslında Salvatierra tüm hayatını resme döküyor. Ülkesinin savaşları, doğası, aile yaşamları, çocukları, yolculukları, her şey bu rulolar içinde resmedilmiş şekilde duruyor.

Gerçekten kurguya
‘Kayıp Parça’nın kahramanı Salvatierra’nın çocukluğu, bugünlerde bazı eserleri Pera Müzesi’nde sergilenen Diego Rivera’nın hayat öyküsü ile benzerlik taşıyor. Diego Rivera, iki yaşındayken ikiz kardeşinin ölümü ile tüm aile sarsılır, küçük Diego da konuşmamaya başlar. Konuşmak yerine odasının duvarlarına ikiz kardeşinin resimlerini çizmeye koyulur. Akıllı ve duyarlı bir kadın olduğunu anladığımız annesi, küçük Diego’ya kızacağına, ona renkli kalemler ve boyalar alır, duvarları dilediğince boyaması için teşvik eder. Diego zamanla sadece kardeşini değil, her şeyi duvarlarda resmetmeye başlar. Sonunda duvarlar kendini ifade edeceği araçlar olmuştur. Diego Rivera dünya çapında ün kazandığında, en çok duvar resimleriyle tanınan bir sanatçı olmuştur.

Pedro Mairal’ın tamamen kurgusal kahramanı Salvatierra, bu yönüyle Diego Rivera’yı anımsatıyor. Konuşmak yerine tüm hayatı yansıtan resimlerle yeni bir ifade biçimi buluyor kendine. “Eğer babamın o tabloyu yapmaya altmış yıl harcadığını söylersem, sanki devasa bir eseri tamamlamaya ant içmiş gibi bir anlam çıkar; altmış yıl boyunca tablonun babamı oluşturduğunu söylemek daha uygun olur” diye açıklıyor kahramanın resim yapma güdüsünü. Salvatierra ressam olarak da kendini bir akımın içinde görmüyor: “Kendisini her zaman diğer kuyunun kurbağası olarak hissetmişti: figürcülerin arasında figür karşıtı, Buenos Aires’lilerin arasında taşralı, kuramcıların arasında icracı. Üstelik o dönem enstalasyon (yerleştirme) ve happenings (doğaçlama) zamanlarıydı; bunlar Salvatierra’ya uzak estetik anlayışlardı.”

Bu romanda dikkat çeken özelliklerin başında, yazarın resimleri anlatırken kullandığı dil geliyor. Genelde görsel sanatlar başka formda ifade edildiklerinde, güçlerini yitirirler, Mairal’ın anlatısında adeta okurun gözleri önünde canlanan yapıya dönüşüyorlar. Özellikle aile trajedilerinin (örneğin çocuk ölümü ya da büyüyen çocuğun evden ayrılışı) resme yansıyış biçimleri, Salvatierra’nın ne denli güçlü duygular aktardığını anlamamızı sağlıyor. Aile hayatından günlük sahneler bazen metrelerce uzun ifadelerle yaşanmışlık hissi veriyor. Renklerin, figürlerin böylesine canlı kılınması, romanı son derece görselleştiriyor ve sanki resme bakar gibi okunan bir roman çıkıyor ortaya.

Resimlere bakan anlatıcı ise, “bazen babamı ilk kez tanıyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum” diye aktarıyor duygularını. Ardından sormadan edemiyor “(b)ütün bunlara, aynı anda kendi kendime birçok şeyi sorarak bakıyordum. Bu yaşamlar, insanlar, hayvanlar, gündüzler, geceler, felaketler yumağı neydi? Ne anlama geliyordu? Babamın hayatı nasıl geçmişti? Neden böylesi korkunç bir uğraşa girişme ihtiyacı duymuştu? (…) Her şeyi babam gibi devasa biçimde yapmam ya da hiçbir şey yapmamam gerektiğine inanıyordum. İtiraf ediyorum ki birçok sefer hiçbir şey yapmamayı yeğledim ve bu da beni bir hiç olduğumu hissetmeye götürdü.” Anlatıcı Miguel, sadece Salvatierra’yı değil, kendisini da ilk kez tanıyor gibi. İlk kez hayatında kendine varlık soruları yöneltiyor.

Roman, varlık arayışlarına değiniyor ama aslında çok heyecanlı bir kovalamaca da başlıyor. Babasının dev yapıtının bir bölümünün eksik olduğunu fark edince, Miguel onu aramaya başlıyor. Romanın büyük bir kısmı bu kayıp parçanın peşinde gelişiyor. Bu bölümlerde yazar gerilimi çok yerinde kullanarak, adeta bir polisiye tadı katıyor romana. Ayrıca kayıp parçayı ararken, bir sürü aile sırları ortaya dökülüyor. Romanı sürükleyici ve beklenmedik sürprizlerle dolu hale getiriyor. Romanda sadece, hangarı ucuza almaya çalışan, açgözlü, mal düşkünü, Baldoni karakteri biraz klişe geldi. İntikam duygusunun nedeni anlaşılmadığı gibi, bu denli büyük bir kayba yol açması da mantısız geliyor. Bunun dışında kurgu çok sağlam, çevirisi de son derece başarılı. Özellikle güzel sanatlara ilgi duyan okurların çok seveceği bir roman.

KAYIP PARÇA,Pedro Mairal,Çeviren:Süleyman Doğru,Sel Yayınları, 2010,128 sayfa, 10 TL.

kaynak:radikal kitap

Posted in Arjantin, Kültür - Sanat | Etiketler: | 2 Comments »

Frida Kahlo ve Diego Rivera Pera’da

Posted by lahy 27/12/2010

Vergel Vakfı tarafından yönetilen Jacques ve Natasha Gelman Koleksiyonu’nda yer alan Frida Kahlo ve Diego Rivera resimleri Pera Müzesi’nde 20 Mart 2011 tarihine kadar izlenebilecek

Mustafa SÜTLAŞ- msutlas@gmail.com
İstanbul – BİA Haber Merkezi

Devrimci ve komünist kişilikleri, unutulmaz yapıtları kadar yaşadığı aşklar ve ilişkileriyle de tanınmış, 20. yüzyıl sanatının Meksika ve dünyadaki en çarpıcı çiftleri arasında yer alan Frida Kahlo ve Diego Rivera‘nın yapıtları Meksika hükümetinin onayı ve Türkiye’deki büyükelçiliğin katkılarıyla Türkiye’ye getirildi.

Meksika’nın ulusal kültür varlıkları envanterine kayıtlı ve Meksika dışında çok az sergilenen 40 yapıt, çiftin en önemli eserleri arasında yer alıyor. Bunlar arasında Kahlo’nun sanatsal kişiliğinin derin izlerini yansıtan otoportreleri ile Diego Rivera’nın az sayıdaki tuval resmi örnekleri ve birbirlerine için yaptıkları resimler bulunuyor.

Sergide ayrıca aynı zamanında Kahlo’yla 10 yıl süren bir ilişkisi olan Nicholas Murray adlı Macar asıllı Amerikalı fotoğrafçının çektiği portre ve aktüel fotoğrafları, resim eskizlerinden örnekler ve Kahlo’nun tuttuğu günlükten bölümler yer alıyor.

Ayrıca sergi mekanında Kahlo ve Diego’yla ilgili olarak yapılmış “Bir hayatın portresi” başlıklı 40 dakikalık bir belgeselle birlikte her iki ressamın sergide yer almayan resimlerinin görüntülerinden oluşan bir de retrospektif gösteriliyor.

Yapıtlar “koruma” altında

Açılış toplantısına da katılan Meksika Büyükelçisi Jaime Garcia Amaral serginin Türkiye’de ilk kez sergilenmesine sevindiğini belirterek bu sürece katkıda bulunmaktan onur duyduğunu belirtti.

Meksika hükümeti tarafından 1970’de çıkarılan bir yasa gereği olarak koruma altına alınan ve “özel koleksiyon”larda olanlar dahil hiçbir eserinin yurt dışına çıkarılmasına izin verilmiyor. Ancak sergilenme amacıyla kısa süreli olarak çıkarılabilen resimler ve diğer yapıtlar, Alman koleksiyonerler Jacques ve Natasha Gelman’a ait.

İki sanatçının yapıtları Meksika dışında Amerika ve Fransa’da bulunuyor. Gelman Vakfı’nın sahibi olduğu Gelman Koleksiyonu dışında yaklaşık 60 kişide çiftin resimleri bulunuyor.

Berlin’de 600 bin kişi izledi

Pera Müzesi Oditoryumunda gerçekleşen basın toplantısına Suna ve İnan Kıraç Vakfı, Kültür ve Sanat İşletmesi Genel Müdürü M. Özalp Birol, çağdaş Meksika  sanatını destekleme amacıyla çalışmalar yürüten Vergel Vakfı Başkanı Robert Littman ve sergiyi bu yıl içinde Viyana ve Berlin’de de gerçekleştiren küratör Helga Prignitz Poda da katıldı. Poda Berlin’de açılan sergiyi 600 bin kişinin izlediğini ve Almanya’da “2010’un en iyi sergisi” unvanını aldığını belirtti.

Litman ve Poda’nın yapıtlarla ilgili verdiği bilgilerden sonra basın açıklamasına katılan haberciler ve davetliler toplu olarak sergiyi gezdiler.

Sergi 20 Mart 2011 tarihine kadar Tepebaşı’ndaki Pera Müzesi’nde izlenebilecek. Aynı dönemde her iki sanatçıyla ilgili atölyeler, konferanslar ve “Viva la Revolucion! Meksika Devrimi üzerine Filmler” başlığıyla film gösterileri de gerçekleştirilecek. Pera Müzesi sergiyle eş zamanlı olarak bir de sergi kitabı yayınlamış bulunuyor. (MS/EÜ)

________________________________________________________________________________

* Pera Müzesi: Meşrutiyet Cad No:65 Tepebaşı-Beyoğlu/İstanbul http://www.peramuzesi.org.tr

Posted in Kültür - Sanat, Meksika | 1 Comment »

Victor Jara’nın katillerine 37 yıl sonra mahkeme yolu

Posted by lahy 25/12/2010

Santiago, Şili, (Prensa Latina) Şili İçişleri Bakanlığı İnsan Hakları Programı, dünyaca ünlü komünist müzisyen Victor Jara’nın 1973 yılında kaçırılması ve öldürülmesinde rol oynayan dört askerin tutuklanmasını emretti.

Avukat Cristian Cruz, 1973-1990 arasında hüküm süren Augusto Pinochet diktatörlüğü sırasında orduda subay olan Edwin Dimter, Hugo Sanchez ve Raul Jofre ile emekli savcı Rolando Melo hakkında tutuklama isteminde bulundu.

Çarşamba günü açıklama yapan Cruz, olay sırasında er olarak görev yapan Jose Paredes dışında cinayetle ilgili kimsenin yargılanmamış olduğunu belirterek, cinayetin gerçek sorumlularının bulunması gerektiğine dikkat çekti.

Jara, Salvador Allende’ye karşı darbenin yapıldığı 11 Eylül 1973 günü Devlet Teknik Üniversitesi’nde gözaltına alınmıştı.

Şu anda Victor Jara Stadyumu olarak anılan Şili Stadyumu’na götürülen sanatçı, 72 saat işkence gördükten sonra kurşunlanarak öldürülmüştü.

Jara ile beraber gözaltına alınan Osiel Nunez’in ve eski er Victor Pontigo’nun verdikleri bilgilere göre, aynı zamanda Komünist Parti üyesi olan Şilili müzisyeni üniformalı kişilerce öldüresiye dövülmüştü.

Posted in Kültür - Sanat, Şili, İnsan Hakları | Etiketler: , | 1 Comment »

Nobel ödüllü neo-con, Vargas Llosa

Posted by lahy 19/12/2010

Romanlarını okuduysanız, hiçbir zaman politik görüşlerini ve ulusal liderler hakkındaki beğenilerini tahmin etmenize imkan yoktur.

Ignacio Ramonet

Mario Vargas Llosa’nın son romanı El Sueno del Celta ( Keltikli’nın Rüyası) Kasım ayında, 2010 Nobel ödülünü (1) kazandıktan bir ay sonra  İspanyolca konuşan ülkelerde yayınlandı. Romanın kahramanı Roger Casement, 1864-1916,  olağanüstü bir tarihsel kişiliktir. Afrika’da bulunan bir Britanyalı diplomat olarak,  Belçika sömürgeciliğinin Serbest Kongo devlet’inde ki  katliamlarını ilk kınayan idi; King Leopold II bu devasa ülkeyi ve yurttaşlarını kişisel malı olarak ele geçirmişti. Casement, başka bir raporunda Peru Amazon”unda ki yerli halkın korkunç ızdırabını aktardı.

İnsan hakları eylemcilerinin öncülerinden biri olan Casement, Dublin’e yakın bir yerde doğmuştu,  sonradan İrlandalı milliyetçilere katıldı. Birinci dünya savaşında, ”İngiltere’nin zorlukları İrlanda’nın fırsatlarıdır”  görüşüne uygun olarak İrlanda bağımsızlıkçı hareketi için Alman desteğini sağlamaya çalıştı. Vatana ihanet suçu ile mahkemeye çıkarıldı, ve ayrıca,  doğruluğu tartışmalı olan ”kişisel günlüğü” gerekçe gösterilerek ”homoseksüel faaliyetlerde” bulunmakla suçlandı. Suçlu bulundu ve 3 Ağustos 1916’da asıldı.

Vargas Llosa’nın romanı Casement’i, ” sömürgeciliğin karakteri ve felekatleri hakkında çok açık bir fikre sahip ilk Avrupalı’lardan” biri olarak unutulmaktan kurtardı (2).  Vargas Llosa, Latin Amerika’da ki, yerli hareketlerine muhalefetine rağmen, “Hiç bir barbarlık sömürgecilik ile karşılaştırılamaz” fikrini paylaşıyor,  sömürgeciliğin ”faydaları’ hakkında bir tartışmaya girmeyip, ” Afrika bunun sonuçlarında hiçbir zaman kurtulamadı. Sömürgecilik geride olumlu hiç bir şey bırakmadı,” (3) diyor.

Vargas Llosa adaletsizliklere karşı protesto için tarihsel kişilikleri ilk defa kullanmadı. Sosyal, tarihsel, gerçekci ve macera yazımı tekniklerini, 19.uncu yüzyılda Brezilya’da bulunan ütopya peşinde koşan bir Hristiyan topluluğunun isyanını anlatan romanı La Guerra del Fin del Mundo (Dünyanın Sonundaki Savaş) ve  Dominik Cumhuriyet’inde General Trujillo’nun diktatörlüğünü anlatan romanı La Fiesta del Chivo (Keçi’nin Şöleni)’de başarılı bir şekilde kullandı.

Çağdaş tarihin yanısıra,  Manuel Odría (1948-56) yönetimi altında ülkesi Peru’nun durumunu, 1950’lerde Latin Amerika gerçekliğini ve insanlık koşulunun gizemini anlatan  başyapıtı Conversación en la Catedral (Kathedral’de Konuşma)’nın odak noktası idi.  Nobel jurisi Llosa’ya ödülü, bu romanda açıkça görülen  “ iktidar yapısının kartografisi ve bireyin direniş, isyan ve yenilgisini etkili şekillendirmesi” nedeniyle verdi.  Bu romanı yazdığında Paris’de yaşıyordu, Latin Amerika romanını kısa bir süre sonra canladıracak olan genç yazarlardan- Gabriel García Márquez, Julio Cortázar, Carlos Fuentes ve diğerleri- biri idi. Hepsi sol eğilimli idi ve gerilla sempatizanlarıydılar. Perulu gerillaları destekleyen bir manifesto’da  Vargas Llosa durumu değiştirmek için, ” tek yol silahlı mücadele” dedi.

Küba devrimi ile dayanışma hakkında konuştu.  4 Ağusto 1967’de Karakas’da iken “10, 20 veya  50 yıl içinde, Küba’da olduğu gibi sosyal adalet zamanı bizim ülkelerimize de gelecek ve bütün Latin Amerika kendisini bastıran ve aşağılayan güçlerden, mahvedici düzenden kurtaracaktır. Bu saatin bir önce varmasını ümit ediyorum,  bunun anlamı, Latin Amerika’nın ilk ve son olarak, modern yaşam ve saygınlığa sahip olması, ve de, sosyalizmin bizi tarihsel hatalarımız ve korkularımızdan kurtarmasıdır,” dedi.

Geçmişinin reddi

1970 başlarında, Friedrich Hayek’in The Road to Serfdom ve Karl Popper’in Açık Toplum ve Düşmanları,  özellikle de ikincisi görüşlerini değiştirdi: “Karl Popper’ı zamanımızın en önemli düşünürü olarak görüyorum. Son yirmi yılın önemli bir bölümünü onun eserlerini okumaya ayırdım ve eğer bana bu yüzyılın en önemli felsefi kitabının ismini, söylememei sorsalar, hiç tereddüt etmeksizin Açık Toplum ve Düşmanları’nı seçerdim.”

Küba devrimini desteklemeyi bıraktı, ”sol görüşlü bir aydın” olarak geçmişini red etti ve  bir dönmenin gayreti ile neo-liberalizmin ateşli bir savunucu haline geldi. Yeni kahramanları Ronald Reagan ve  ”Tutucu devrimin” sembolü olan Margaret Thatcher idi; ve onun için ”sınırsız bir hayranlık ve başka bir yaşayan politik lidere karşı hissetmediği nadir olmaktan öte bir evlada yakışır saygıya” (4) sahip idi. Buradan ilham alarak Londra’ya yerleşti, ve o, 1990’da iktidardan uzaklaştırıldığı zaman bir mesajla birlikte bir buket çicek yolladı: ”Sayın Bayan, özgürlük davası için yaptıklarınız karşısında  teşekkür etmem için kelimeleri hiçbir zaman sözlükte bulmam mümkün olmayacaktır”(5).

1990’da Peru’da Başkanlık seçimlerine girdiğinde savunduğu program Thatchercı idi. Ancak, Alberto Fujimori tarafından ezici bir şekilde yenildi.  Perulların kendisini hak etmediği gerekçesiyle vatandaşlığını bıraktı ve sürgüne gitti.  Irak işgalinde George W.Bush’un ittifakı, 1996’dan 2002’ye kadar İspanya başbakanı olan  neo-liberal José María Aznar hayranlığının odak noktası oldu:  Aznar şimdi Rupert Murdoch’un News Corporasyon’unun maaş bordosunda ve ABD dergisi Foreign Policy tarafından , tam da bu günlerde, dünaynın en kötü beş liderinden biri olarak seçildi. Vargas Llosa’ya göre “geleceğin tarihçileri”  onu, tarihin en büyük devlet adamlarından biri olarak tanıyacaktır”(6). Ayrıca, Nicolas Sarkozy’nin “karizmatik kişiliği” ve Silvio Berlusconi’nin “olağanüstü politik kabiliyetine” (7) hayranlık duyuyor.

Vargas Llosa çift kişiliğe sahiptir.  Okurlarını ilk satırdan başlayarak  cezbedebilir ve  herbiri tutku, mizah, acımasızlık ve erotizim ile dolu olan nefes kesici olaylarla dolu komploların içine çekebilir.  Ancak, romanlarının baştan çıkarıcı maskesi  ateşli bir partizanı saklıyor; 40 yıla yakın bir zamandır zamanının büyük bölümünüi üzerine dikkat çekerek ve uluslarası toplantılarda nutuk atarak ve söylev vererek, ideolojik inançlarını tekrarlayarak geçirdi. Vargas Llosa –  Trilateral Komisyon’nun aktif bir üyesi, Uluslararası Özgürlük Vakfı’nın başkanı, Amerikan Girişimciler Enstitüsü tarafından verilen Irving Kristol ödülünün sahibi–  profesyonel bir  neo-con(yeni-muhafazakâr)‘dur.  Irak’ın 2003’de ki işgali ve Haziran 2009’da ki Honduras’da ki darbeyi doğrulamaya çalıştı.

Fransız Reagan yanlısı deneme yazarı Guy Sorman Ekim ayında: “ Latin Amerika’da sık sık aynı platformlarda karşılaşıyoruz, orada bir militan olarak görülen Mario, Fransa’da bir  “ultra-liberal” olarak sınıflandırılır. Castro, Morales, Chávez, Kirchner ve birazcık sosyal demokratik olan herhangi bir  programa karşı savaşmaktan hiç bir zaman vazgeçmedi,” dedi. Vargas Llosa Nobel ödülünü bir yazar olarak yetenekleri için olduğu kadar görüşleri için aldığı konusunda ısrarlıdır:  “ Eğer benim politik görüşlerimi dikkate aldılarsa, bu çok daha da iyi. Nefesim kesildi,” dedi.

(1) Mario Vargas Llosa, Gabriela Mistral (Şili, 1945), Miguel Angel Asturias (Guatemala, 1967), Pablo Neruda (Şili, 1971), Gabriel García Márquez (Kolombiya, 1982) ve Octavio Paz (Meksika, 1990)’ın  ardından Nobel Edebiyat Ödülünü alan altıncı Latin Amerikalı yazardır:  .

(2) El País, Madrid, 29 Agustos 2010.

(3) Ibid

(4) Julio Roldán, Vargas Llosa entre el mito y la realidad, Tectum Verlag, Marburg, 2000.

(5) Ibid

(6) 20 minutos, Madrid, 6 Temmuz 2007.

(7) Corriere della Sera, Milan, 9 Mart 2009.

Kaynak: http://mondediplo.com/

Posted in Kültür - Sanat, Makaleler | Etiketler: , , , , | Leave a Comment »

Brezílyalı mimar Oscar Niemeyer son eserine imzasını attı

Posted by lahy 17/12/2010

Brezilyalı dünyaca meşhur mimar Oscar Niemeyer 103’üncü doğum gününü kendisine adanmış bir müzenin açılışını yaparak kutladı.

Rio de Janeiro yakınlarında yer alan Oscar Niemeyer Vakfı adlı müzede mimarın 70 yıllık kariyerini kapsayan çizim ve maketleri sergileniyor.

Brezilya’nın başkenti Brasilia’yı sıfırdan yaratıp tasarlayan mimar olan Oscar Niemeyer’in eserleri arasında New York’taki Birleşmiş Milletler merkezi de yer alıyor.

1950’lerin sonlarında yeni bir başkent kurmaya karar veren Brezilyalılar, bu devasa projenin başına Niemeyer’i geçirmişti. Başkent Brasilia günümüzde modern mimarinin köşe taşlarından biri olarak görülüyor.

Oscar Niemeyer Uluslararası Kültür Merkezi- Aviles-İspanya

Niemeyer’in en son tasarımı ise İspanya’nın kuzeyinde ki Aviles kentinde bulunan ve gene bu hafta açılışı yapılan bir kültür merkeziydi.

Modern mimarinin yeni kilometre taşı Oscar Niemeyer Uluslararası Kültür Merkezi’nin  tasarımını kendisi yaptı.

103 yaşına rağmen üretmeye devam eden Brezilyalı ünlü mimar, kendi adını taşıyan kültür mekezinin, en önemli eserlerinden biri olduğunu belirtiyor.

Mimari eserlerin değişik açılar yaratması gerektiğini belirten Niemeyer, “Farklı bir şey yapma düşüncesi yapının karakterini oluşturur. Biz mimar olarak bir sürpriz yaratırız.” şeklinde konuştu.

Niemeyer, 1989 Prens Asturias ödüllüne layık görülmesine bir karşılık olarak yaptığı son eserinin yuvarlak çizgileri için Brezilyalı kadınların vücut hatlarından esinlendiğini belirtiyor.

Açılış için düzenlenen ilk organizasyona konuk olanlar ise bu küçük şehirdeki yapıdan çok etkilendiklerini söyledi.

Aviles’de ki merkezin açılmasından bir kaçgün sonra açılan Rio de Janeiro‘nun hemen dışında ki Niteroi kentinde kurulu vakıf müzesi de, mimarın alamet-i farikası haline gelmiş modernist kıvrımlarıyla gözü okşuyor.

Niteroi, Niemeyer’in imzasını taşıyan bir dizi kamu binasıyla donatılmış bir kent. Kentin modern sanat müzesi ve tiyatro binalarında da mimarın imzası var.

Niemeyer, eserlerindeki cömert kavis ve kıvrımları Brezilyalı kadınların vücutlarından esinlenerek tasarladığını söylüyor.

Oscar Niemeyer, Fransız mimar Le Corbusier‘nin yanında geçirdiği öğrencilik yılları ardından, betona akıcı kavislerle canlılık veren kendine has üslubuyla modern mimarinin baş aktörleri arasında yer aldı.

Fidel Castro’nun arkadaşı olan Niemeyer,  Fidel’in 80.inci yaş gününde Küba halkının ABD saldırılarına karşı direnişini temsil eden bir heykeli hediye etmişti. Heykel, Küba da Bilimler Üniversitesi’nde sergileniyor.

Dünya çapında 600’ü aşkın binada imzası olan Brezilyalı mimar, son bir yıl içinde yaşadığı sağlık sorunlarına rağmen, 103 yaşında halen çalışmaya devam ediyor.

kaynak: BBC ve diğer ajanslar

Posted in Brezilya, Kültür - Sanat | Etiketler: , | Leave a Comment »

Astor Piazzola:“O halde neden biraz çalışmıyorsun?”

Posted by lahy 24/11/2010

Piazzola’nın yeni tangosu, kontrpuan ve sürekli bas öğeleriyle Barok dönemi müziğinden, zengin armonisiyle çağdaş klasik müzikten, doğaçlamaya da yer vermesiyle caz müziğinden öğeler taşır. Piazzola’nın yeni tangosunda şarkı sözü yoktur, dansçı yoktur. Bu müzik yalnızca dinlemek içindir. Klasik müzikte yaratıcılık yazıda, yani bestecidedir. Caz müziğinde ise yaratıcılık çalmada, yani çalgıcıdadır. Piazzola’nın yeni müziğinde ise her ikisine de yer vardır.

’Eğer meraklısı değilseniz, çağdaş klasik müzik bestecilerinin herhangi bir eseriyle hiç karşılaşmadan bir ömür geçirme şansınız hayli yüksek olabilir. Klasik müziğin hala en çok dinlenilen, senfoni orkestralarının konser programlarında en çok yer bulan örnekleri, birkaç yüzyıl önce yaratılmış eserlerden oluşmaktadır.

Klasik müziğin çağdaş örneklerinin, yaşamda karşılığının niçin bu kadar az olabildiği ciddi ve uzun süreden beri güncelliğini koruyan bir sorudur. Fakat bu soru, hepten yanıtsız bırakılmış bir soru da değildir.

Bu soruya en kuvvetli yanıtlardan birinin Arjantinli besteci Astor Piazzola tarafından verildiğini söyleyebiliriz. Onun müziği, yirminci yüzyılda hem klasik hem de popüler olmayı aynı anda başarmış bir müzik olmuştur. Hem senfoni orkestralarının konser programlarında sıklıkla yer bulmakta, hem de dünyanın her köşesinden milyonlarca kişi tarafından severek dinlenmektedir.

Arjantin doğumlu Astor Piazzola’nın müzik yaşamı, ailesinin dokuz yıl boyunca yaşadığı New York kentindeki kabarelerde, tango orkestralarında bandoneon çalmakla başlar. Burada hem de, yeni bir sanat müziği türünün, caz müziğinin gelişmesine tanıklık eder.

Kısa süre sonra döndüğü Buenos Aires’te, bandoneon çalışındaki ustalığı sayesinde kentin en ünlü tango orkestralarında çalışır; çoğunun aranjörlüğünü yapar. Bu arada piyano dersleri aldığı hocasından, kendi deyimiyle, Bach’ı sevmeyi öğrenir. Zamanla, Avrupa tarzı müzik bestelemek onun en büyük tutkusu olur.

O sıralar Buenos Aires’te yaşayan Polonyalı ünlü piyanist Arthur Rubinstein, büyük ısrarlarla kendisine yeni yazdığı piyano konçertosunu göstermek isteyen bir delikanlının bıkkınlık veren ısrarlı ricalarını kıramaz. Rubinstein, orkestranın çalacağı notalar bile yazılmamış olduğu için, yalnızca piyano partisyonundan ibaret olan “piyano konçertosu”nun ilk birkaç ölçüsünü piyanoda çaldıktan sonra, konçertosunun aslında ne kadar feci olduğunu o dakika anlamış olan gence dönüp sorar: “Müziği seviyor musun?”, delikanlı yanıtlar: “Evet maestro”. Rubinstein şöyle der: “O halde neden biraz çalışmıyorsun?”

Astor Piazzola’nın Avrupa tarzı müzik yaratabilmesi için biraz çalışması gerekmektedir. Müzikte çalışmak demek, kendinden önceki ustaların müziğini öğrenmek demek. Rubinstein’ın tavsiye ettiği ilk kompozisyon hocasının evindeki derslere, altı yıl boyunca, kendi deyişiyle, sevgilisinin evine gidiyormuş gibi heyecanla gider. Bu sırada Stravinski, Bartok, Ravel başta olmak üzere dönemin güncel klasik müzik bestecilerinin eserlerini çalışırlar. Stravinski’nin Bahar Ayini’nin her bir notasını ezbere bilir hale gelir.

Buenos Aires’te açılan bir kompozisyon yarışmasında kazandığı Fransız hükümeti bursuyla, Paris Konservatuarı ’nda 18 ay Nadia Boulanger ile çalışmak üzere , 1954’te Paris’e gider. Bu sırada 33 yaşında, evli ve iki çocuk babasıdır.

Avrupa tarzı musıki, Arjantin’den çok uzaklarda yeni kurulmuş bir cumhuriyetin de o sıralar en önemli sanat gündemidir. Eski tarz şark musıkisinden, Avrupa tarzı musıkiye “geçilmeye” çalışılıyordur bu ülkede. Bu amaçla ülkenin yetenekli gençlerinden bazıları da Avrupa’ya müzik çalışmaya gönderilmektedir. Kısa bir süre içinde Astor Piazzola’nın da öğretmeni olacak olan Nadia Boulanger, ki kendisi dönemin en iyi kompozisyon öğretmeni olarak kabul edilir, bu uzak ülkenin gençlerinden Cemal Reşit Rey ve İdil Biret’in de öğretmenliğini yapmıştır.

Nadia Boulanger’in piyanosunun başında, şimdi sıra Piazzola’dadır. 18 ay boyunca yalnızca kontrpuan çalışırlar. Farklı ezgilerin üst üste çalınması demek olan kontpuan, Piazzola’nın müziğinin karakteristik bir öğesi olacak, aynı zamanda da Barok müzikle ve Bach’la olan bağını simgeleyecekti.

Astor Piazzola’nın en önemli sorunu da yine Nadia Boulanger tarafından çözülür. Piazzola’nın o güne kadarki düşüncesi, tango müziğinin monoton ve sığ bir müzik olduğudur. Avrupa müziği ise gerçek sanat müziğidir ona göre. Bu yüzden bir tango müzisyeni olduğunu gizlemeye çalışır, bandoneon çaldığını öğretmenine söylemeye utanır. Fakat sonunda Nadia Boulanger’in Astor Piazzola’ya verdiği öğüt şu olur: Ya tango ya klasik müzik değil, hem tango hem klasik müzik.

1955’te Buenos Aires’e dönen Piazzola, o zamana kadar bilinen tango müziğinden çok farklı bir tango müziği bestelemeye ve kurduğu müzik topluluklarıyla bunları çalmaya başlar. Kontrpuan ve sürekli bas öğeleriyle Barok dönemi müziğinden, zengin armonisiyle çağdaş klasik müzikten, doğaçlamaya da yer vermesiyle caz müziğinden öğeler taşıyan bu yeni tango müziğine, Tango Nuevo (Yeni Tango) denilir.

Piazzola’nın yeni tangosunda şarkı sözü yoktur, dansçı yoktur. Bu müzik yalnızca dinlemek içindir. Klasik müzikte yaratıcılık yazıda, yani bestecidedir. Caz müziğinde ise yaratıcılık çalmada, yani çalgıcıdadır. Piazzola’nın yeni müziğinde ise her ikisine de yer vardır.

Piazzola’nın bu yeni ve değişik müziğinin Arjantin’deki karşılığı hoşnutsuzluk ve öfke olur. Bir Arjantin deyişi bu durumu iyi açıklamaktadır: “Arjantin’de her şey değişebilir, tango hariç”. Fakat bu durum, “ya tango ya klasik müzik” sıkıntısına “hem tango hem klasik müzik” yanıtını bulmuş olmanın ferahlığını duyan Piazzola’ya mani olamaz. Hatta bu ferahlığı konserlerinde özellikle dışa vurmak ister gibidir. Yıllarca kabarelerde takım elbisesi ve kravatıyla oturarak çaldığı bandoneonu, artık yakası açık bir gömlekle ve bir ayağını sahneye koydurttuğu sandalyeye koyarak ayakta çalmaya başlar.

Piazzola’nın müziği Avrupa ve Kuzey Amerika kıtasında çok sevilir. Bir yandan radyolarda popüler müzik programlarında onun müziği çalınırken, bir yandan da ünlü senfoni orkestraları bu müziğe büyük ilgi gösterirler. Sonunda, Tango Nuevo, Arjantin’de de benimsenmeye başlar. Kendi deyişiyle, onun müziğini en çok sevenler ise başlangıçta en çok öfke duyanlar olur.

Sonunda Piazzola’nın Yeni Tango’su, hem halkın, hem senfoni orkestralarının sevdiği nadir görülen bir durum olmayı başarmıştır. Kabarelerde bandoneon çalarak müzik yaşamına başlayan bir tango müzisyeni, tüm dünyadaki konser programlarından, cd raflarından, radyo programlarından onu çıkardığımızda oluşacak büyük boşluk kadar büyük bir müzisyen olmayı başarmıştır.

Nadia Boulanger’in piyanosunu paylaştıları o uzak ülkenin gençleri ise Piazzola’nın haberlerini elbette almışlardır; Piazzola’nın onlardan haber alıp almadığını bugün için bilemiyoruz.

Ogün Morkoç/Bizim Amerika

Piazzola’nın yeni tangosuna örnekler:



Posted in Arjantin, Kültür - Sanat | Etiketler: , , , , | Leave a Comment »

Kübalı transseksüellerin sorunları

Posted by lahy 06/09/2010

”Bütün herşeyimle bunun için mücadele ettim, yalnızca  ev kadını olmak için değil” Mavi Susel

HAVANA, (Dalia Acosta, IPS) – 1988’de Küba’da cinsiyet değiştirmek için ameliyat olan ilk transseksüel olan Mavi Susel kendisini geleneksel ev kadınlığının sınırları içinde hapis edilmiş olarak buldu.”En el cuerpo equivocado”,(yanlış bir vucut içinde) adlı  belgeseli yapan Marilyn Solaya,”  o, bu cinsiyet rolü içine hapis edilmiş bir kadındır,” dedi.

Agustos ayının ortalarında gösterime giren bu belgesel DOCTV Latinoamérica’nın desteği ile çekildi. Bu kanal 14 Latin Amerika ülkesinin ulusal RadyoTV kuruluşlarının, üretimden dağıtıma kadar süren işbirliği ile gerçekleştirildi.

Solaya, 22 Mayıs 1988’de cinsiyet değiştiren Susel’in hikayesi ”herşeyin ötesinde gerekli ve kompleks” olan  transseksüelliğin ötesine giderek, ”cinsiyet rollerinin oluşması ve kadının Küba’da ki hakim olan geleneksel rölünü inceliyor”, dedi.

Cinsiyet ayrımı ve film yapımı  konularında uzman olan Danae Diéguez, IPS’ye. “Mavi topluma karşı direnme konusunda gücünü gösterdikten sonra, kendi gücünün sınırları ile karşılaştı. Her zaman olmak istediği gibi, öğrendiği gibi, toplumun ona empoze ettiği gibi bir kadın oldu: geleneksel ve domestik”  dedi.

Kendisini yaşlı annesi ve kocasının bakımına adayan bir ev kadını olan Susel, 49 yaşındayken, kendi dünyasının dışına çıkmaya karar verdi, hemsire olma hülyasını  gerçekleştirme yerine, bir kilinikte yardım sağlamaya başladı ve amatör bir müzik grubuna katıldı.

Belgesel de, Susel  pişmanlık içinde, “Bütün herşeyimle bunun için mücadele ettim, yalnızca  ev kadını olmak için değil. Rüyalarım vardı; Kendime evleneceğim, bir evim olacak ancak topluma da yararlı olacağım, amaçlarımı gerçekleştireceğimí söyledim,” ancak ”başaramadım.” diyor, bu sözler iki hassas konuya ışık tutuyor: kadına yüklenen geleneksel rol ve transeksuellerin topluma entegrasyoınu.

1988’de Susel’in operasyonu Juventud Rebelde gazetesinde yayınlandığı zaman  meydana gelen tepki cinsiyet değiştirme operasyonarının 20 yıl ertelenmesine yol açtı. Kamu sağlığı Bakanlığı Haziran 2008’de  cinsiyet değiştirme operasyonlarına yeniden başlanmasını onayladı. Gerekli tüm bakım, teşhiş, ameliyat öncesi ve sonrası bakım, hormon tedavisi ğcretsiz olarak sağlanıyor.

Bu program, Mario Castro tarafından yönetilen Seks Eğitimi İçin Ulusal Merkez (CENESEX) tarafından uygulanılıyor. Şimdiye kadar 10 erkekten kadına cinsiyet değiştirme operasyonu yapıldı ve Castro’nun bildirdiğine göre, ilk defa olarak 2 kadından erkeğe cinsiyet değiştirme ameliyatları da bu yıl içinde gerçekleştirilecektir.

CENESEX  ayrıca cinsiyet değiştiren kişilerin haklarını garanti altına almak içim yasal bir programı uygularken, seksual çeşitliliğe karşı halen Küba toplumunda nevcut olan önyargıları ve basma kalıp tiplemeleri yıkmak için eğitim çalışmaları gerçekleştiriyor.

Devam etmekte olan  utanç verici damgalamaya rağmen film alkışlar arasında 18 Agustos’da merkezi Havana’da ki sanat sineması Cine Charles Chaplin’de gösterime girdi.

Havana’da Yara sinemasında filmi izlemeye gelenler empati göstermeye devam ettiler. Burada çalışan Georgina Gavilán IPS’e, film vizyona girdikten bir hafta sonra filmi izlemeye gelenlerin, filmi seyrettikten sonra ikinci film olarak gösterilen ana filmi izlemeden salonu terk ettiklerini söyledi.

Filmi izlemeye gelenlerin çoğunluğu gibi filme emeği geçenlerin listesini izlemeden dışarı çıkan yerel müzisyen Danny Cedeño,  IPS’e “Küba transseksual, homoseksual ve biseksual sorunu ile ilgili olarak olgunlaşıyor” dedi

“Sinema’da arkamda oturan üç genç erkek gayet kaba belirlemeler yaptı, açıkçası daha gençlik dönemindeler” diye şikayet eden Cedeño,  halkın tepkisinin genel olarak olumlu olduğunu ve 52 dakikalık filmin ”cesaret verici” bulduğunu söyledi.

Belgeselin etkilediği izleyicileriden öğretmen Rosa Antúñez, filmin transseksüellerin sorunlarını daha iyi analiz edip anlamasını sağladığı belirterek ” bu onların hatası değil, farklı olarak doğmuşlar” dedi.

Filmin popülerliğine rağmen Küba televizyonu filmi halen yayın programına almadı. Ayrıca Küba TV,  DOCTV Latinoamérica II ‘nin yaptığı diğer 13 fimi de  göstermiyor.

DOCTV belsellerinin Küba da seçimini yapan  Marisol Rodriguez, IPS’e “İlk  seri halen TV’de gösterilmedi” dedi.

Üniversite öğrencisi Reinier Hernández, ” herkesin kabul etmeyecek olmasına rağmen ” Susel’in hikayesi TV’de gösterilmelidir, dedi. Bu filmin ” halkın bu grubun problemlerini anlayıp saygı duymasını  sağlayacağını inandığını”  belirterek, ” gerçek problem toplumun onları dışlamasıdır. dedi.

Cinsiyet değiştirenlere yardım eden  CENESEX,   dış ziyeretler yapan sosyal işçisi Sissi García, IPS’ye  filmin TV’de gösterilmemesinin ana nedeninin homofobi  ” olduğunu söyledi.

“Televizyon çok daha kompleks,” diyerek, geçenlerde Küba  dizi filmi, ”Buradayız ”(Aqui estamos)’da’ lezbiyen karakterlere yer verilmesinin  olumsuz klşisel eleştiriler ve protestolara yol açtığını söyledi.

” Bu dizi filmde ki lezbiyenler hakkında kötü konuşan kişiler vardır. Ancak, karılarını döven karakterler de var ve  aile içi şiddette normal bir şey olarak gösteriliyor. ” dedi.

Çeviri: Erol Yeşilyurt-LAHY

Castro: Kübalı eşcinsellerin mağduriyetinden ben sorumluyum



Posted in Kadın Hakları ve Hareketleri, Küba, Kültür - Sanat | 1 Comment »

Korku ve Yalan: Amaç Oy

Posted by lahy 06/09/2010


ABD vatandaşları Venezuelada seçimler olduğunu en çok The New York Times veya The Washington Post gazetelerin başlıklarına bakarak fark ediyorlar.

40 milyon nüfusu olan Irak’ın 1 milyondan fazla nüfusu 2001 savaşı başladığından beri öldürüldü. 1.5 milyon Iraklı sekter şiddetten dolayı komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı. 50 bin üzerinde genç Iraklı kadın sadece Suriye’de fuhuşa zorlandı. Saddam döneminde yaşayan her 40 kişiden bir tanesi şu anda hayata değil. Keza Afganistanda 60 bin üzerinde ölü ve yüz binin üzerinde ömür boyu sakat kalacak yaralı var. Buna rağmen bu iki ülke en tehlikeli ülkeler sıralamasında Venezueladan sonra geliyor The New York Times’e göre.

Tabii bunu yaparken New York Times ve burjuva Venezuela basını ne bir rakam veriyorlar ne de bir istatistik. Akıllarında olan tek şey, seçmenleri endişelendirerek anti-Chavez kampına çekmek. İlk önce haber Amerika basınında çıkar arkasında sağcı ve anti-Chavez karşıtı Venezuela basını bunu kanıt ve delil göstererek kendi okuyucularına aktarırlar. Her seçimden önce tekrarlanan senaryo. Bir başka biçimiyle ‘Kanıtını bekleyen hipotez’.

Objektif olmayan, verileri sunulmayan ve kaynak belirtilmeyen haberler batı medyasında Chaveze karşı çok sıkça kullanılıyor. İngiliz BBC haber servisi bir kaç ay önce Chavez ile yaptığı röportaj, batı basının objektifden ne kadar uzak olduğunu gözler önüne serdi. Röportajda BBC’i sunucusu Chaveze ‘Neden eski bakanınızı size muhalif olduktan sonra soruşturma altına aldınız?’ sorusunu yönelti. Chavez bakanın halen görevindeyken hakkında yolsuzluk soruşturması başlatıldığını ve bunun da İngiltere dahil bir çok batı basınında daha önce yer aldığını belirtmesi üzerine BBC muhabiri bundan haberi olmadığını söyleyerek bir başka soruya geçti.

Daha önce ABD basını Chavez’in El Kaideye destek verdiğini ve El Kaide’nin Venezuela da gerilla eğitim kamplarının olduğunu yazdı. Bunu yayınlayan Los Angeles Times gazetesine, kaynak belirtilmesi istendiğinde bir yanlış yaptıklarını ve kaynak belirtemeyeceklerini söylemişlerdi. Sonraki günlerde Los Angeles Times’da ne bir özür veya ne bir düzeltme haberi yayınlandı.

Ağustos 2010’da sağcı anti-Chavez El Nacional gazetesi, başkent Karakas’ın morglarından birinde üst üste yığılmış cesetlerin fotoğraflarını yayınlayarak ülkedeki son günlerde yükselen şiddet olaylarına dikkate çekmek istediğini belirtmişti. Ne varki El Nacional ne böyle bir derdi ne de objektif haber verme geleneği vardı. Yapılan kısa bir araştırmada sonra, yayınlanan fotoğrafların daha önceki yıl çekilmiş olduğu ispatlanınca El Nacional’in sahibi Miguel Henrique Otero ‘Bu resimleri sakladık ki seçim kampanyaları döneminde kullanalım’ açıklamasını yapmak zorunda kaldı.

Basın ve medya kuruluşların %70’i sağcı anti-Chavezci burjuvanın kontrolü altında. Chaveze karşı tertiplenen 2002 askeri darbede RCTV televizyon kanalı aktif olarak rol almış haberleri montajlayarak vermişti. İrlandalı bir televizyon kanalı RCTV’nın montaj haberlerini deşifre edince Chavez hükümeti televizyon şirketinin lisansını yenilememişti. Başta ABD basını ve genelde batı basını, bunu basın özgürlüğüne karşı işlenmiş bir suç olarak geçmişlerdi haberlerine. Oysa aynı tarihlerde anti-Bush belgeseli yapan Michael Moor’un filmi ABD’de ki bütün sinemalarda gösterilmesi engelenmiş ve bazı medya tekelleri tamamen yasaklamışlardı.

New York Times ve batı medyasının söylemediği bir şey varsa o da Venezueladaki basın ve medyanın %70 sağcı muhalefet tarafından kontrol ediliyor ve oligarşinin çıkarları için Chaveze karşı her türlü doğru veya doğru olmayan anti-propaganda yapmaktan bir an olsun bile teredüt etmiyor olması. 2006 da Venezeuele’dayken Chavez karşıtı bir yürüyüşte muhabir, yürüyüşçü kadınlara ‘Neden Chaveze karşısınız?’ sorusuna kadın bir süre düşündükten sonra ‘Çünkü Chavez çirkin’ yanıtını vermişti.

Medyanın Rolü ve Şiddet


Venezuela Latin Amerika’nın en çok petrol rezervlerine sahip ülkesidir. Dünyadaki en büyük petrol çıkaran dört ülkeden bir tanesi Venezuela. Nüfusunun %90’nı toprakların %10’da yaşadığı bir ülke. Sadece petrol kaynaklarında gelen gelir eşit dağtılımış olsa Venezuela halkı avrupa standartlarında daha yüksek olmasada aynı oranda yaşam standardı olmaıs gerekirdi. Ne yazık ki 1980 ve 1990 larda uygulanan neo-liberal politikalar sonucu işsizlik, gelir dağılımında ki eşitsizlik, ve yolsuzluk da Latin Amerikanın en önde gelen ülkelerinden bir tanesi oldu.

Sosyal harcamalarındaki kesintiler, temel gıda fiyatlarındaki hızlı yükseliş, işsiz ve gelirsiz genis varoş kitlelerini yasal olmayan faaliyetlere ve çetelere yönelti. Güvenlik birimlerinde ki yolsuzluk da çetelerin çok kolay silah bulmasını sağladı.

Venezuelalı araştırmacı ve yazar Patricia C. Marquez sokaklardaki şiddet üzerine yazdığı kitabında ‘1999 yılından önce Karakas sokaklarındaki şiddet ne ulusal basın tarafından ne de uluslararası basın tarafından haber konusu olmadı. 1999 öncesi şiddet basın tarafından kamuyu ürkütmemek için haberlerde yer almazdı’ dedi.


Karakas’ın varoşlarında kamu görevlisi olarak çalışan Julio Cesar Velasco ‘Basın 1999’dan önce 100 cinayetden bir tanesini haber olarak verirdi. Şimdi 100 cinayetden 100’nü haber olarak veriyor.’


New York Times ve Wall Street Journal gazetelerinde son günlerde çıkan haberlerde Venezuela’daki şiddetin çok hızlı artığını ieklinde istatistiki bilgiler sunulunca, Reuters haber ajansı kullanılan bilgilerin yeni olmadığını aynı bilgileri Reuters’ın Mart ayında kullandığını açıklamasında sonra ne New York Times ne de Wall Street Journal bir açıklamada bulundu, veya bilgilerin nerede alındığını açıkladılar. Ama bilinen o ki, Venezuelada sağcı muhalefetin kurduğu ve finans etiği sözde sivil toplum örgütü olan Venezuelada Şiddeti Gözlemleme kuruluşu hem New York Times’ın hemde Wall Street Journal’ın resmi olmayan haber kaynaklarıdır.


Kolombiya’da çeteler ve mafyanın oluşumu ve yönteminde paramilitari denilen kontra gerillalar hakim. Kolombiyalı kontra gerıillalar sadece Kolombiyada değil bir çok Latin Amerika ülkesinde faaliyet gösteriyor. Karakasın en mücadeleci ve aktif varoşu olan 23 de Enero’ya gitiğimizde, sosyalist komünde çalışan genç,  ‘Buraya uyusturucu ve çeteler yerleştirmek için Kolombiyalı çeteleri ve kontra gerillalar getirildi ama biz onları buradan uzaklaştırdık’ demişti. 23 de Enero belki de Latin Amerikada en eski direnişe sahip bir varoş. Sol örgütlerin uzun süreli orada olmaları ve başarılı şekilde yaşadıkları alanları korumalarını olanaklı kılmış. Ama bunu Karakas daki her varoş için söylemek zor. Venezuela da yaşayan 4 milyon yasal ve 2 milyon yasal olmayan Kolombiyalı var. Bunların çok az bir kısmı Venezuelalı sağcılarla birlikte çalışarak varoşlarda terör estiriyorlar ve bir çok uyuşturucu ve çeteninde liderliğini yapıyorlar.

Güvenliği Artırmak İçin İzlenen Politikalar


Chavez başkan olduğu 11 yıldan bu yana bir çok farklı politika izlenerek kamunun güvenliği sağlanmaya çalışıldı. En önemli ve gerekli olan yokuslluk ve işsizliğe karşı izlenen sosyal programlar (missions) oldu. Missions (misyon) adı altında onlarca sosyal program hayata geçirildi ve bir çoğuda başarılı bir şekilde ilerliyor. Eğitim alanında Venezuela %100 okuma ve yazma nüfusuna sahip (UNESCO). Venezuelada çalışan 20000 üzerinde Kübalı öğretmen, eğitim görevlisi, ve uzman var. Sağlık alanında yine her varoşda klinikler oluşturulmuş hem klinikler hemde ilaç bedava. Günün herhangi bir saati kliniklere gidebilir ve gerekli hizmetleri alabilirsiniz. 50000 Kübalı doktor Venezuelada hizmet veriyor. 10 binlerce Venezuelalı Kübaya tıp eğitimi almak için devlet tarafında bütün masrafları karşılanarak yollanmış ve bir çok mezun Venezuela’ya dönerek hizmetlere başlamış. Ucuz gıda ve yemek sağlamak için bir çok devlet destekli marketler kurulmuş ve piyasa fiyatın en az %60’ın da daha ucuz ücretle gıda sunuluyor.

Tabii hiçbir gücün elinde bütün sorunları çok kısa sürede bitirecek sihirli değnek yok. On yıllardır biriken ve ertelenen sosyal sorunları 10 yıl gibi bir sürede çözülmesinin gerçekçi olmadığı her aklı başında kişinin kabul edeceği bir olgudur. Karakas (ki suç oranın büyük çoğunluğunun olduğu yer) Metropolitan Polisinin hale eski rejimde gelen alışkınlıkarını ve kadrolarını korumaları en büyük ve çözulmesi gereken bir konu olarak Chavez hükümetini bekliyor. Karakas Metropolitan Polisi cinayet, işkence, fidye, adama kaçırma olaylarına çok sıkça karışan bir kuruluş ve bu aktivitelerinin bir çoğunuda halen belli bir derecede sürdürüyorlar. Hükümetin açıkladığı verilere göre Venezueladaki suçların %15 ile 20 arası polis tarafından işleniyor.


Chavez polisteki bu yolsuzluğu çözmek için Ulusal Bolivaryan Polis enstitüsini kurdu. Bu yeni kuruluş direk olarak yerel halk komünlerine bağlı olacak ve yerel halk komünleri ile birlikte çalışacak. Ocak 2010’da ilkez Karakasın en büyük varoşu olan Catia’da denen bu girişim başarılı bir şekilde cinayetleri %50 oranında azaltı.

Yerel Halkın Yaklaşımı


El Vega 1990 yıllarında cinayet başkenti olarak bilinirdi. Suça karışma oranı yüksek olan genç erkek grubunu farklı alanlara yöneltmek için bir çok kültürel ve sosyal faaliyet programı başlatılmış. Programların çoğu yerel halk tarafından organize edilen aktiviteler. Tirso Maldonado bu programların birinde gönülü çalışan bir öğretmen. Tirso cinayetlerle ilgili olarak şu karşılaştırmayı yaptı; ‘1990’larda her hafta 25-30 kişinin şiddeten dolayı ölmesi doğal bir rutin gibiydi. Ama şimdi bir kişi cinayete kurban gitse bile bütün mahalle halkı nefret içinde yürüyüş düzenliyor’.

Yine daha önce verdiğim örnekteki 23 de Enero mahallesi tam örnek teşkil edilecek bir şekilde bu sorunu neredeyse tamamen çözmüş durumda (23 de Enero daha fazla bilgi için).

Yapılması Gerekenler

Ne yazık ki şiddet ve şiddet kaynaklı suçlar sadece Karakasa ait bir özelik değil. Latin Amerikdaki bir çok şehir aynı veya benzer sorunları yaşıyor. Chavez hükümetinin yapması gereken, gerekli verilerin toplanması ve kamuya açıklanmasıdır. Bu hem kamunun güvenini kazanacak hemde suça karşı mücadele için gerekli zeminin temelini oluşturacak.

Başka bir sorunda bazı varoşların coğrafik olarak kontrollerinin zor olması. Örneğin Petare en büyük ve en geniş alana yayılmış bir varoş. Petare, aynı zamanda Kolombiyalı göçmenlerin yoğun yaşadığı bir varoş. Ayrıca Petare 2008’den beri sağcı muhalefetin elinde olmasından dolayı yeni metodların uygulanmasında zorluklar yaşanıyor. Nüfus olarak Petare’ye düşen kişi sayısı her metrekare başına diğer varoşlardan daha fazla.


Kolombiya’daki iç savaşdan dolayı Venezuelaya göç eden milyonlarca insan iş ve barınma koşullarına çözüm bulmak için çetelere ve suç örgütlerine kolayca karışabiliyorlar. 2200 kilometreden fazla olan Kolombiya – Venezuela sınırında bir çok yasal olmayan faaliyetler kontra gerilla tarafından rahatça işlenebiliyor.


Cinayetleri ve şiddetli suç oranlarını azaltmak, Chavez hükümeti için vermesi gereken bir sınav. Yeni kurulan Ulusal Bolivaryan Polisi, yerel kömünlerin bu konuda işlevsel hale getirilmesi, ve sosyal alanlara yapılan yatırımlar gidişin doğru bir yönde olduğunun göstergesi.


New York Times ve diğer batı basının söylediklerinin aksine bu sorunlar Chavez ile başlamadı. Burada çıkarılması gereken asıl sonuç suç oranlarında bir artış gözlemlendiğinde  muhalif basın ve yandaşlarının
kutlama biçiminde haber vermesidir. Çünkü devrimi yok etmek için artık cephaneleri tükeniyor her şeyi ve her hangi bir şeyi kullanmaya hazırlar yeterki devrimci değişimi durdurabilsinler.

Kaynaklar

http://www.codigovenezuela.com/2010/08/miguel-henrique-otero-la-foto-y-cnn/
http://venezuelanalysis.com/analysis/2192
http://www.alertnet.org/thenews/newsdesk/N11226112.htm

http://upsidedownworld.org/main/venezuela-archives-35/2670-venezuelas-opposition-manufacturing-fear-in-exchange-for-votes



Posted in Bolivya, Genel Haberler, Kültür - Sanat, Kolombiya, Makaleler, Seçimler, Venezuela, İnsan Hakları | Leave a Comment »

Devrime yazılan yeni türkü “nueva trova”

Posted by lahy 04/09/2010

“Hep kalpten söylendiğinde Görmenin heyecanını hissetmek için tetikte ol Çünkü bu gitar Yaşlanmayan Gitardır.”

La Canción de la Trova,  Silvio Rodriguez, 1967

Kübalı yazar ve düşünür Jorge Manach 1934 yılında kaleme aldığı bir yazısında* “Gerçek bir devrim ki kendisi etkin ve hala gerçekleştirilecek olandır, kültürel anlamda yapısal bir araç olarak yeni anlatım yollarına başvurur.” demişti.

Küba Devrimi’nin müzik alanındaki yansımalarına baktığımızda şimdiye kadar gördüğümüz başka hiçbir sanatsal form ile karşılaştırılamayacak bir hareketten söz etmek mümkün: Yeni Trova Hareketi

Yeni Trova Hareketi devrimin politik ve estetik mesajlarını ada geneline ve ada sınırları dışına çıkıp evrensel boyuta taşımıştır. Yeni Trova’nın, seksenlerde küçük marketlerde sıraya girmiş yüzlerce ürünün aksine insanlara aşkı, devrimi ve toplumsal bilinci ustaca sunduğunu görürüz.

Burjuva yayınlara baktığımızda, Yeni Trova Hareketinin geleneksel Küba Trova’sının politize edilmiş hali veya Latin Amerika’da doğan yeni bir akım olduğu söylenir. Oysa ki Yeni Trova sanatçının kendisini ifade etmekte özgür olduğu, her tarzda söylenebilen ideolojik olarak Küba Devrimiyle bağdaşan bir harekettir. Hareketin barındırdığı müzikal formlar arasında bolero, guaguancó, guajira, guaracha, danzón, son ve ballad sayılabilir. Hatta kimi sanatçılar müzikal tür olarak repertuarlarında reggea ve rap de bulundurmaktadırlar. Ancak ballad en sık görülen türdür. Bunun sebebi, balladların form olarak esnek bir yapıya sahip olması, böylece şarkı sözlerine göre adapte edilebilmesidir.

Yeni Trova Hareketi, 1967 yılında Amerikalar Evi’nin** “Birinci Protest Müzik Buluşması” kapsamında Silvio Rodriguez, Pablos Milanés ve Sara González’in bir araya gelmesiyle oluşmuştur. 1969 yılında hareketin ünlü sesleri Pablo Milanés, Silvio Rodriguez ve Noel Nicola diğer müzisyen ve şarkı sözü yazarlarıyla birlikte ICAIC*** Deneysel Ses Grubuna katılmışlardır. Deneysel Ses Grubu unutulmaz şarkılar bestelemiş, filmlere müzikler yapmıştır ancak en önemlisi genç sanatçılara kendilerini özgürce ifade edebilecekleri bir zemin hazırlamıştır.

Protest Müzik adıyla tanıdığımız enternasyonel müziğin temsilcileri arasında ABD’de Joan Baez ve Bob Dylan, Şili’de Violeta Parra ve Victor Jara, Arjantin’de Mercedes Sosa, Meksika’da Oscar Chávez ve Amparo Ochoa, Porto Riko’da Roy Brown ve İspanya’da Joan Manuel Serrat ile Luis Llac sayılmaktadır. Küba’da Yeni Trova Latin Amerika’da Yeni Şarkı (Nueva Canción) adını almıştır.

Neden “Yeni” ?

Yeni Trova Hareketi yenidir çünkü müzikal alanda estetik ve tematik buluşlara imza atmıştır. Şarkı sözlerinin günlük hayatın bayağılığından uzaklaşıp değişim, sosyal adalet, eşitsizlik, sömürü, cinsiyet ayrımcılığı ve ırkçılık gibi güncel mücadele başlıklarına yoğunlaştığı gözlenir. Buradan da anlaşılacağı gibi Yeni Trova devrime seslenip ona güzellemelerde bulunarak devrime paralel gitme uğraşı içinde olmamıştır. Aksine Yeni Trova her dönemde insanların dertlerini estetik bir biçimde anlatma sanatı olarak ortaya çıkmıştır. Kübalı şair Victor Casaus’un dediği gibi; “Yeni Trova daha iyi bir hayat için daha iyi bir bilinç veriyordu.”

Müzikal açıdan baktığımızda çoğunlukla geleneksel melodilerin yeniden yorumlanıp modernize edildiğini ve yeni tarzlarla birleştirildiğini görürüz. Bununla birlikte Yeni Trova, Yeni Şarkı Hareketinden farklı olarak Sosyalist Küba’ya ait bir harekettir. Küba için artık sosyal eşitsizlik ve politik tiranlık zamanları geçmişte kalmıştır. Yeni Trova için esas olan bu toplumsal değişimdir. Trova’nın kullanılmasının sebebi olarak tema ve metinlerin Küba’nın 19. yy trovası ile ilişkilendirildiği görülür. Pablo Milanés’in 1985 tarihine kayıtlı “Günaydın Amerika” adlı parçasını örnek olarak gösterebiliriz:

“Etrafımızdaki herşeyin değiştiğini hissediyorum
Alınan nefesin açıldığını
Kalbimin ağlayışını derinleştiren bölgeye doğru.
Yeni bir şarkı fısıldayarak uyandım
Ve pencerem güneş dolu
Gerçeği ve nedeni arıyorum
Duygu ile yüklü.

(…)
Amerika benimki
Burada hayat büyüyecek.
Onur birliği
Bir defada özgürlüğü yaratacak.
Kolombiya, Ekvador, Uruguay, Venezuela, Arjantin
daha iyisi için büyüdüler.

(…)”
Müzikal Hareket ve Toplumsal Dinamizm
1972 yılında ilk defa “Genç halk ozanları (troubadour) Buluşması” Manzanillo’da kutlanmıştır. Çeşitli bölgelerden sanatçılar bir araya gelip fikir alışverişinde bulunmuş, işçi ve eğitmenlerle diyaloglar kurmuşlardır. Böylece Yeni Trova Hareketinin dönüştürücü etkisi yalnızca şarkı sözlerinde ve kullanılan formlarda kalmamış, toplumsal alanda yürütülen etkinliklerle de perçinlenmiştir. Bölgeden bölgeye gezen Yeni Trova Festivali çeşitli etkinlik başlıklarıyla yöre halklarının kültürel yaşantısında ilerleme kaydedilmesine zemin hazırlamıştır. Örnek vermek gerekirse 1984 yılında Festival Gençlik Adası’nda (Isla de la Juventud) gerçekleşmiştir. Adanın adından da anlaşılacağı üzere, Gençlik Adası’nda Küba genelinden daha genç bir nüfus yaşamaktadır. Bu nedenle genç nüfus ülke genelinden birçok sanatçıyla bir araya gelme şansı bulmuştur. Deneyimler, teknik konular, sanatsal yaratıcılık süreçleri ve tasarılar hem sanatçılar arasında konuşulmuş hem de halkla paylaşılmıştır. Böylece hareket toplum nezdinde örnek alınacak sanatçılar yetiştirmenin yanı sıra, “yeni insanın” oluşturulan bu kolektif üretim ilişkisi ile müzik alanında farkındalığını arttırmış oluyor.

Hareketi temsil eden ilk kuşak isimler arasında daha evvel saydığımız kişiler dışında Vicente Feliú, Amáury Perez, Alejandro Garcia, Pedro Luis Ferrer, Mike Porcel ve Angel Quintero gösterilmektedir.

Seksenli yıllara gelindiğinde yeni bir kuşak oluşmuştur. Frank Delgado, Santiago Feliú, Donato Poveda, Alberto Tosca, José Antonio Quesada, Anabel López, Xiomara Laugart, Carlos Varela, Gerardo Alfonso ve Polito Ibáñez bu yeni kuşağın temsilcileri arasındadır. Delgado’nun çizgisi Ferrer’in başlattığı ağırlıklı olarak Küba ritimlerinin yer aldığı ve acımasızca eleştiren şarkı sözleri üzerine çalınan parçalardan oluşmaktadır. Bu yeni grup arasından Varela trova ile rock’n roll türlerini birleştirerek en çok ünlenen sanatçı olmuştur. Gerardo Alfonso repertuarında reggea ve rap bulundurmaktadır. Feliú kendi özgün gitar solosuyla ayırt edilmektedir.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte Küba “Özel Dönem” olarak kodlanan bir eşiğe gelmiş, ülke ekonomisi büyük kayıplar vermiştir. Bu nedenle bu dönem sanatçıları yeni bir kuşak oluşturup Sovyetler Birliği’nin olmadığı zor yılları konu edinmişlerdir. Bu yeni kuşağa Havana’nın Vedado muhitinde bir araya gelip çalıştıkları yerin adresinden esinlenerek “13 ve 8 Kuşağı” denmiştir. Gema ve Pável, Trio Superávit ve Habana Abierta adlı müzik grubu bu dönemin isimleri arasındadır.

Yeni Trova Hareketi günümüzde Küba’da pek çok yeni sanatçıya ilham vermektedir. Samuel Águila, Ariel Díaz, Carlos Lage, Karel García, Yhosvany Palma, Sergio Gómez, Silvio Alejandro, Fernando Bécquer, Axel Milanés, Diego Cano ve Eduardo Frías günümüz genç temsilcileri arasındadır.
Silvio Rodriguez’in “Ojalá” adlı parçası, Pablo Milanés’in söylediği “Yolanda” ve Carlos Varela’nın “Guillermo Tell” söylemesi ile Küba halkının sesi olan Yeni Trova; sevinçleri, acıları, öfkeyi, heyecanı ve aşkı tüm dünyayla paylaşmaya devam ediyor. Sevgili Silvio Rodriguez’in dediği gibi “Çünkü bu gitar yaşlanmayan gitardır.”
M. Onur Çuvalcı/Bizim Amerika
Kaynaklar ve Notlar

* Manach, Jorge “El estilo de la Revolución”

** Casa de las Americas http://www.casadelasamericas.com/musica/musica.php?pagina=musica

*** Instituto Cubano de Arte e Industria Cinematográficos http://www.cubacine.cu/

(1) Shaw, Lauren E. “La nueva trova cubana: una poética y política menor.”

(2) http://www.cubaabsolutely.com/music/new_trova.htm

(3) Diaz, Duanel “El estilo de la revolución” http://www.diariodecuba.net/cultura/77-cultura/1863-el-estilo-de-la-revo…

(4) http://encontrarte.aporrea.org/teoria/perfiles/44/

(5) “Cuban Trova. III Part. The Nueva Trova” http://www.soycubano.com/bijirita/musica/trovai%20III.asp

(6) Milanés, Pablo “Los Estilos: Nueva Trova” http://www.produccionesdelmar.com/longina/Estilos/Nueva_Trova/index.html



Posted in Küba, Kültür - Sanat | 2 Comments »

Arjantin hükümeti medya tekeline karşı

Posted by lahy 26/08/2010

Arjantin Cumhurbaşkanı Cristina Fernandez de Kirchner, ülkenin en büyük medya grubunu askeri diktatörlük döneminde insanlığa karşı suç işlemek ile suçladı.

Cristina Fernandez televizyon ve radyodan canlı yayınlanan konuşmasında ülkenin en büyük iki gazetesi Clarin ve La Nacion’a yönelik ağır ithamlarda bulundu.

Cumhurbaşkanı 1976’da göreve gelen askeri cunta döneminde, ülkenin en büyük medya grubu olan Papel Prensa’nın sahiplerine işkence edildiğini ve gruplarını cunta yanlısı yayın organlarına satmaya zorlandıklarını söyledi.

Fernandez bu iki grubun tekel özelliğini hala koruduğunu, insanlığa karşı işledikleri suçlara ilişkin kanıtları savcılara sunacaklarını açıkladı.

Medya grupları ise Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarını basın özgürlüğüne saldırı olarak yorumladı.

Clarin’de yayınlanan başyazıda, Papel Prensa’nın sahiplerine işkence edildiğine ya da gazetelerini satmaya zorlandıklarına dair hiç bir kanıtın bulunmadığı belirtildi.

Clarin ve La Nacion, Cumhurbaşkanı’nın yayınlarından hoşnut olmadığı için bu suçlamaları yönelttiğini savunuyor. (BBC)

Yukarıda aktardığımız BBC kaynaklı haberde ülkenin en büyük medya tekeli olarak tanıtılan Papel Prensa gerçekte medya tekeli değil ancak kağıt üretimi ve dağıtımını elinde tutan bir tekeldir. Şirket 1972 yılında kurulmuş ve askeri cunta döneminde hisselerini ülkenin medya baronlarına satmaya zorlanmıştır.

Şirketin hissederlarından biri Arjantin devletidir. Nitekim, şirkette ki devlet temsilcisi Beatriz Pagliari, dün bir açıklama yaparak 26.000 sayfayı bulan dökümanların savcılığa teslim edildiğini ve yasal işlemlere başlandığını açıkladı.

TeleSur’a konuşan Venezüalla’lı sosyolog Carlos Lanz,  bilginin ve üretim ilişkilerinin ticarileştirilmesinin basın ve ifade özgürlüğünü engellediğini vurguladı.

Lanz’ın tespiti, herşeyden önce, bir gazete ve dergi çıkarmanın  yayından dağıtıma kadar uzanan süreçi kontrol eden büyük tekellerin kontrolü altında olması nedeni ile doğrudur. Haberlerin yapılıp yayıldığı bilgilendirme süreci kapitalist medya tekelleri tarafından kontrol altına alınıp kitleler yönlendirilerek yönetici sınıfların ideolojik hegemonyalarını sağlamaları ve sürdürmeleri mümkün kılınmaktadır.

Bilgilendirmenin ticarileştirildiği, basın organlarının kazanç sağlayan metalar olduğu  mevcut koşullarda alternatif medyaya varlık hakkı tanınmadığın belirtmek gerekir.

Askeri darbe yıllarında rejimi destekleyen basın tekelleri, bu hizmetlerinin karşılığında maddi varlıklarını, kazançlarını ve etkilerini arttırdılar. Günümüzde ise kurdukları çıkar ilişkilerinin ve rollerinin sorgulanmasına karşılar.

Arjantin Hükümeti’nin açtığı bu dava merkez sol hükümetlerin ülkenin geleneksel yönetici elitleri ile hesaplaşma içine girerek, unutulmaya çalışan geçmişi gündeme getirmeleri nedeniyle de önemlidir.

Posted in Arjantin, Genel Haberler, Kültür - Sanat | 1 Comment »